24 Ocak 2013 Perşembe

Cam neden saydamdır?


Cam şaşılacak derecede basit bir maddedir. Dünyanın her köşesinde rahatça
bulunabilen kum, kuvars ve sodadan meydana gelmiştir. Fakat camın asıl
şaşırtıcı özelliği ne tam bir sıvı ne de gerçek bir katı oluşudur. Aslında sıvıya
daha yakındır, çünkü atomik yapısındaki düzen sıvılardaki rasgele düzeni
andırır. Katıların atomlarının kristal yapısı ise düzgündür.
Katı bir cisimde atomların bir diziliş düzeni vardır. Yani bu diziliş düzeni belli
aralıklarla kendini tekrarlar. Camda ise bu özellik yoktur. Çok kuvvetli
mikroskoplarla yapılan incelemelerde bile camın yapısında hiç bir kristal
oluşumuna rastlanmaz. Arada sırada görülen bazı kristaller ise camdaki
kusurlardır.

Cama çok ağdalı bir sıvı diyebiliriz. O kadar ağdalıdır ki, normal dış etkenlerde
bile şeklini değiştirmez. Bir sıvıda iç sınırlar bulunmadığından camın içinden
geçen bir ışık demeti kırılma ve yansımaya uğramaz, doğrudan geçer. Bu nedenle
bir cama baktığımızda arkasındakileri olduğu gibi görürüz. Işık sadece camın
yüzeyini aşarken hafifçe kırılır.
Cam saydamdır, su da saydamdır, öyleyse donmuş su olan kar taneleri niçin
beyazdır ve niçin kar örtüsü saydam değildir? Bir cismin üzerine gelen ışığın
tümünü yansıttığında beyaz, hepsini tutup hiçbirini yansıtmadığında siyah
renkte göründüğünü biliyoruz. Cam saydamdır ancak kırıldığında, tuzla buz
olduğunda yerdeki küçük cam parçaları yığını beyaz renkte görünür, çünkü her
bir cam parçasıışığı değişik yönde geçirmektedir.
Kar tanelerinde de aynışey söz konusudur. Minik taneler üzerlerine gelen ışığı
her yöne gelişigüzel yansıtırlar. Bu nedenle kar taneleri de, kar örtüsü de beyaz
renkte görünürler. Benzeri durum tuzda da görülür. Tuz, her biri saydam olan
küçük kristallerden oluşmuştur ama bunlardan büyük bir miktarı bir kapta bir
araya gelince gözümüze beyaz renkte görünürler.
Tamer Korugan

Nöbetçi kulübelerinde niçin kum torbaları var?


Nöbetçi kulübeleri çevreyi iyi gözetleyebilmek için zeminden yüksekte inşa
edilirler dolayısıyla iyi bir hedeftirler. Buradaki nöbetçileri olabilecek ani bir
silahlı saldırıdan koruyabilmek için etrafına belirli yükseklikte kum torbaları
dizilir. Bu kum torbaları bir çok kişiye biraz ilkelmiş gibi görünebilir ama bir çok
malzemeden daha iyi ve daha pratik kurşun geçirmez siperlerdir.
Kumun kurşun geçirmemesinin sırrı kum taneciklerindedir. Boyları 0,05
milimetreden 2 milimetreye kadar değişen kum tanelerinin şekilleri köşeli,
yuvarlak veya karışıktır. Bu şekilleri nedeni ile bir torbaya doldurulan kum
taneleri arasında boşluklar kalır ve bu boşluklar birbirleri ile bağlantılıdırlar.

Kum torbasına büyük bir kinetik enerji ile giren merminin enerjisi, aradaki bu
boşluklar nedeni ile anında binlerce kum tanesine aktarılır. Her aktarışta diğer
tanelere daha azalarak geçen enerji kısa sürede sönümlenir. Kinetik enerjisini
aniden bu şekilde kaybeden mermi de daha kum torbasını delip çıkamadan
durup kalır.
Aslında kurşun geçirmez camlarda da prensip aynıdır. Bu tip camlar, cam ve
plastik, bir çok tabaka halinde, sandviç şeklinde sıkıştırılarak imal edilirler. Bir
bakıma arabaların ön camlarına benzerler ama burada tabaka sayısı çok
fazladır.
Kurşun bu tip bir cama çarptığında tabakaları tek tek delmeye başlar. Son
tabakaya gelene kadar mermi bütün momentini ve enerjisini kaybeder. Enerji
kimseye zarar vermeden cam ve plastik tabakalara geçer.
Tamer Korugan

Bardaktaki buzlar niçin birbirlerine yapışırlar?


Buzun erimesi için sadece sıcaklık değil basınç da önemlidir.
Dağlardaki buzulların sık sık kayma nedenleri de budur. Buzulun muazzam
ağırlığının yarattığı basınç en alt tabakaların erimesine, orada kaygan bir su
tabakası oluşmasına neden olur.
Genellikle yemeklerde içkiye veya suya atılmak için buz küpçükleri bir kap
içersinde getirilir. Bir süre sonra bir tanesini almak istediğimizde, bir kaçı
birbirlerine yapışmış olarak gelirler, bunları birbirlerinden ayırmak da hayli zor
olur.


Bir kabın içinde veya bardakta bulunan buzlar üst üste yığıldıklarında her biri
altındakine değdiği noktada bir basınç oluşturur ve bu noktadaki çok küçük bir
kısım erir. Buradan hareket eden su çok az yanda bu iki buz küpçüğünün
birbirine en yakın olduğu noktada tekrar donar, iki küpçük arasında sanki
kaynak yapılmış gibi çok güçlü bir bağ oluşturur. Artık ikisi tek bir parça gibi
olduklarından bu noktadan tekrar erimeleri de mümkün değildir.
Bir buz küpünü buzluktan doğrudan elimizle almaya kalkıştığımızda da elimize
yapışır. Bu nedenle buzlukta suyu dondurmada kullanılan kapların çoğu
plastiktir. Peki elimizi veya dilimizi bir buz parçasına veya çok soğuk bir metal
yüzeye değdirince niçin yapışıp kalıyor?
Bunun nedeni parmaklarımızın ve dilimizin ucunda daima çok ince bir nem
tabakasının olmasıdır. Bu tabaka çok soğuk bir cisimle temas ettiğinde anında
donar. Örneğin çok soğuk, sıfırın altındaki bir sıcaklıkta bir bayrak direğine
dilinizle dokunursanız, metaller çok iyi iletken olduklarından direk hemen
üzerindeki ısıyı dilin üzerindeki nem tabakasına yansıtır, dilin üzerindeki bu
nem tabakasının donmasına sebep olur. Artık direk ile dilin arasında her iki
yüzeye de yapışmış buzdan bir bağ vardır.
Sonuç olarak çok soğuk havalarda dilinizle metal yüzeylere dokunmayın. Belki
dilinizi çekerek kurtarabilirsiniz ama bir daha ömür boyu yediklerinizden tat
alamazsınız.

Elmas gibi değerli bir taş cam kesmede nasıl kullanılıyor?


Antik Çağ'da elmasın insanları görünmez yaptığına, kötü ruhları kovduğuna ve
kadınları cinsel açıdan etkilediğine inanılıyordu. Günümüzde ise mücevherlerin
bu kraliçesi, aşkın, çekiciliğin ve zenginliğin simgesidir.
Elmas aslında saf karbondan başka bir şey değildir. Elması yakabilecek yüksek
ısıya çıkılabilse hiç kül bırakmadan yanar. Tamamen karbon olan yapısına
rağmen mineraller içinde en sert olanıdır. Genelde renksizdir ama hafif sarımsı
gri veya yeşilimsi de olabilir. Işığı kırma, yansıtma ve renk dağıtma özelliği
kuvvetlidir. Bu özelliklerinden dolayı çok kıymetlidir. Elmasın değeri rengine,
saflığına ve işlenişşekline de bağlıdır.


Peki elmas bu kadar değerli ve az bulunan bir mineral ise nasıl oluyor da canı
kesmede, sert metalleri işleme ve delmede, torna ve matkap uçlarında bol
miktarda kullanılabiliyor? Nasıl oluyor da en küçük bir parçası bile bir servet
olan bu taş köşedeki camcının cam kesme bıçağının ucunda bulunabiliyor?
Aslında elması iki ayrışekilde düşünmek gerekmektedir: Süs taşı olarak ve
endüstride. Süs taşı olan elmasın değeri dört 'C' ile belirlenir. Bunlar;
'Carat=ağırlık', 'Clarity=şeffaflık', 'Colour=renk' ve 'Cut=işleniş'dir. Doğada
bulunan elmasın büyüklüğü çok seyrek olarak bir santimetrenin üstündedir.
Bugüne kadar bulunan en büyük elmas 621 gram gelen Cullian'dır.
Süs taşı üretimlerinin yan ürünleri ile süs eşyasına uygun olmayan doğal
elmaslar endüstride değerlendirilmektedir. Piyasadaki elmas uçlar aslında elmas
kumu olarak adlandırılan bulanık elmaslardır. 'Karbonado' denilen bu ince
taneli, kok görünümlü elmaslar sondaj makinelerinde en sert taşları bile
delmede kullanılabilirler.
Endüstrinin bu tür elmas uçlara olan talebi devamlı artarken, üretimin
artmaması yapay elmas üretimini gündeme getirmiştir. Yapay elmas üretme
tekniğinde prensip, yüksek basınç ve sıcaklıkta grafiti elmasa dönüştürmektir.
Daha düşük basınçta da, gaz fazındaki karbondan yapay elmas elde edilebilmiş
olup lens ve cam kaplamalarında, hoparlör diyafram kaplamalarında (paraziti
azaltmada), optik aletler ve transistor telleri üretiminde ve diğer bir çok değişik
alanlarda kullanılmaktadır.
Süs elması olarak da 0,2 gramın üstünde yapay elmaslar elde edilebilmiştir ama
maliyeti doğal elmas fiyatından on kat daha pahalıya gelmektedir.
Peki, elmas ile pırlanta arasında ne fark var biliyor musunuz? İkisinin de aslı
aynı, yani karbon kömüründen farksız taş parçaları. Çok yüksek basınç ve
sıcaklıkta, yerin 150 - 200 kilometre derinliklerinde kristalleşmiş, daha sonra
volkanik patlamalarla yeryüzüne itilmiş saf karbondan oluşmuşlardır.
İşte bu saf karbon, kesim veya şekline göre elmas ya da pırlantaya dönüşür.
Pırlanta daha parlak, kesim oranı daha fazla ve alt kısmı kubbe gibidir. Elmasın
alt kısmı düz ve yüzey sayısı 12 ile 37 arasında değişirken, pırlantanın kesimi
daha zordur ve yüzey sayısı 57'dir. Yani pırlanta elmastan daha değerlidir, daha
ince işçiliktir. Renkli olanlarına 'fantezi' denilir ki fiyatları astronomiktir.
Tamer Korugan

Saatin saniye göstergesi ne işe yarıyor?


Bir süreyi ölçmek veya bir şeyi ayarlamak için saatimizin saniye göstergesine
pek sık baktığımız söylenemez. Halbuki hemen hemen tüm kol saatlerinde
saniye göstergesi vardır. Tık tık ilerleyen saniye göstergesinin belki de en önemli
faydası, kımıldadıklarını gözle fark edemediğimiz o yavaş akrep ve yelkovanın
yanında zamanın ne kadar hızlı akıp gittiğini bize göstermesidir.
Günümüzde özellikle erkek kol saatlerinde bırakın saniyeyi, onda birini bile
ölçebilen göstergeler var. Aslında saniyenin onda birinin yaşantımızda ne
derecede etkili bir zaman süresi olduğunun farkına varamayız. Atletizmde kısa
mesafe koşucularının yaptıkları derecelerin değerlendirilmesi dışında pek
karşımıza çıkmaz.

Saniyeden küçük zaman dilimler biz insanlar için sıfır gibi bir şeydir. Bu süreleri
insanlar son yüzyılın başından itibaren ölçmeye başladılar. Halbuki eski insanlar
için zaman Güneş'in hareketi demekti. Hayat o kadar yavaştı ki dakikaların
insan yaşamında hiçbir önemi yoktu.

Bırakın tarihteki güneş ve kum saatlerini, 18. yüzyıla gelene kadar kullanılan
saatlerde bile dakikayı gösteren yelkovan yoktu. Saniye ibresinin konulması ise
19. yüzyılın ortalarına rastlar. Günümüzde fizikçiler saniyenin milyarda birini
bile ölçebilmektedirler.
Aslında çevremizde saniyede değil, saniyenin binde birinde bile çok şeyler
olmaktadır. Bu sürede bir tren 2 - 3, uçak 25, ses 33 santimetre yol alır. Dünya
yörüngesi üzerinde 30 metre ilerlerken aynı sürede ışık 300 kilometre uzağa
ulaşır.
Canlılar dünyası için de saniyenin binde biri pek kısa bir süre sayılmaz. Henüz
kan emmemişken, yani boş depo ile bir sivrisinek kanatlarını saniyede 1000 kere
çırpar. Diğer bir deyişle saniyenin binde biri kadar bir zamanda kanatlarını
kaldırır ve indirir.
İnsanlar çok kısa bir zaman süresini belirtmek için göz kırpma süresini esas alır
ve "göz açıp kapayıncaya kadar" derler. Halbuki göz kırpma 0,4 saniye, yani
neredeyse yarım saniye kadar sürer, ama bu arada sivrisinek 400 kere kanat
çırpınıştır bile.
Gelişen uçak teknolojisi sayesinde dünyada Güneş'in hareketlerine bağlı zaman
kavramları da biraz kafa karıştırır hale geldi. Örneğin aralarında yeterli mesafe
olan iki kent arasında batıya doğru uçan bir uçak, birinci kentten sabah 09:00'da
kalkıp, binlerce kilometre yol katettikten sonra ikinci kente aynı gün yine sabah
09:00'da inebilir, tabii yerel saatle.
Bu gelişmeler doğrultusunda zamanı ölçmek için artık Güneş'e de güven
kalmadı. Çünkü Dünya üzerinde 77. paralelde saatte 450 kilometre hızla batıya
doğru uçan bir uçakta bulunanlar Güneş'in hiç batmadığını, gökyüzünde hep
aynı yerde asılı kalmış olacağını göreceklerdir. Bunun nedeni 77. paraleldeki bir
noktanın, dünyanın kendi ekseni etrafındaki dönüşü sırasında saatte 450
kilometre hızla doğuya doğru yol almasıdır. Yani gökyüzündeki Güneş ile uçağın
hızları aynıdır.
Yeryüzünden 250 - 300 kilometre yükseklikte bulunan astronotlar için Güneş 24
saat boyunca 16 kez doğar ve batar. Çünkü uzay aracı Dünya çevresindeki bir
dönüşünü yaklaşık 90 dakikada tamamlar.

Tamer Korugan

Niçin otellerin kapıları döner kapıdır?


Özellikle içine girer girmez geniş bir alanla karşılaştığınız ve diğer katlara
buradan merdiven veya asansörle çıktığınız, banka, otel veya benzeri binalarda
ana giriş kapılarının döner kapı tipi olduğunu görmüş, belki de dört kanatlı olan
bu kapıların bir gözüne acele ile iki kişi birden girmeye çalışıp zorluk
yaşamışsınızdır. Döner kapıların tek amacı enerji tasarrufudur.
Bu tip büyük binaların içerleri devamlı olarak ısıtılır ve ısınan hava sürekli
yukarı doğru yükselir. Dışarıdaki soğuk hava kapının önünde onun yerini
alabilmek için kapıyı açmanızı beklemektedir. Bina dışına açılan normal bir
kapıyı açtığınızda dışarıdaki soğuk hava sert bir rüzgar şeklinde içeriye hücum
eder.

Bu arada içerde yükselmekte olan sıcak havanın az miktarda da olsa giren soğuk
hava ile yer değiştirip açılan kapıdan dışarı kaçması mümkündür. Bu sırada
binanın iç ısısı düşer, kazanlar veya klimalar daha sık devreye girer ve tekrar
normal ısıya ulaşabilmek için belirli bir enerji (motorin, elektrik, vb.) harcanır.
Özellikle çok kişinin sık sık girip çıktığı binalarda döner kapılar bu ısı kaybını en
aza indirir. Döner dört kanattan ikisinin arasına girerken, kapılar dönüp
önünüzdeki kanat sizin içeri girmeniz için yeterli aralığı sağladığında,
arkanızdaki kanat soğuk havanın girişine mani olacak şekilde girişi kapamış
durumdadır. Aynışekilde karşı taraftaki diğer iki kapı da sıcak havanın dışarı
çıkmasına mani olur ve içerinin ısısı korunmuş olur.
Tamer Korugan

23 Ocak 2013 Çarşamba

Lodos insanı niçin hasta eder?


Çoğu insanlar sadece iki tür rüzgarın adını bilirler: Poyraz ve Lodos . Poyraz
kuzeyden eser soğuk getirir, Lodos ise güneyden eser, sıcak ve baş ağrısı getirir.
Aslında estikleri yönlere göre adlandırılan sekiz ana rüzgar vardır. Kuzeyden =
YILDIZ, kuzeydoğudan = POYRAZ, doğudan = GÜNDOĞUSU, güneydoğudan =
KEŞİŞLEME, güneyden = KIBLE, güneybatıdan = LODOS, batıdan =
GÜNBATISI ve kuzeybatıdan = KARAYEL. Yani Lodos tam güneyden değil
güneybatıdan eser. İmbat, meltem gibi genellikle denizden karaya esen yerel
rüzgarlar ise yöreye göre özel adlar alırlar.

Belirli havalarla insanın ruhsal durumu ve anti-sosyal davranışları arasında
ilişki vardır. Genel olarak ilkbaharla beraber ve yaza doğru suçların arttığını
istatistikler göstermektedir. Aslında havalar ısındıkça insanlar çevreleri ile daha
ilgisiz ve enerjisiz olurlar ancak tarihle savaşlar, ihtilaller ve halk
ayaklanmalarının çoğu yılın bu bölümünde olmuştur.
Rüzgarlar da iklim ve insan davranışını etkileyici faktörlerden biridir. Rüzgar
üzerinden geçtiği bölgelerin iklimini de taşır. Bu iklimlerin rüzgarın estiği
bölgedeki iklime göre farkı, rüzgarın insan üzerindeki etkisini belirler. Örneğin
kutup bölgeleri ve civarlarında iklimler çok az farklı olduğu için rüzgar önemli
bir rol oynamaz. Yurdumuz ve benzeri bölgelerde belirli yönden esen rüzgarlar
çoğu kez olağan iklimi, sıcaklık, nem ve basınç yapılarını aniden değiştirdikleri
için az çok insan hayatını etkilerler.
Genellikle nemini bırakmış olan kuru güney rüzgarları, özellikle güneşli
havalarda iyice kızışır ve elektriklenirler. İşte Lodos adı verilen bu kaprisli
güney rüzgarları insanlarda ruhsal sıkıntı yaratır. Baş dönmesine, gece
uykusuzluğuna, baş ve mide ağrılarının yanında huzursuzluk duygularına da yol
açar. Lodoslu günlerde trafik kazalarının, kalp krizlerinin, astım nöbetlerinin,
erken doğumların ve hatta intiharların sayılarının arttığı gözlemlenmiştir.
Halk arasında, genellikle yağmur getirdiği için "Lodos'un gözü yaşlıdır" diye bir
deyim vardır. İnsanların çoğu bir barometre gibi havaya ve yağmur öncesine
duyarlıdırlar. Havanın dönmesinden çok az önce gerginlik, ruhsal çöküntü ve
sıkıntı belirtileri gösterirler.
Lodos'un insanlar üzerinde yarattığı etkilerin sebepleri ve Lodos
rahatsızlıklarına ne gibi önlemler alınabileceği konusunda çalışmalar devam
etmektedir. İşin ilginç yanlarından biri de, Lodos etkisi altında bulunan bir
bölgeye yerleştirilenlerin ancak bir kaç yıl sonra rüzgarın etkisinden rahatsız
olmaya başlamalarıdır.
Konu rüzgardan açılmışken güncel bir tartışmaya da değinmeden geçmeyelim.
Rüzgar bir hava akımıdır, yani hava olmazsa rüzgar da olmaz. Öyleyse
Armstrong'un Ay'a ayak basar basmaz diktiği bayrak nasıl dalgalanıp duruyor?
Ay'da hava olmadığına göre hangi rüzgar bu bayrağı sürekli dalgalandırıyor?

Ay'a gidildiğine inanmayanlar tarafından delil olarak ileri sürülen bu olay
yolculuktan önce düşünülmüş, bayrak direğinin üstüne çok ince yatay bir çubuk
tutturulmuş ve bayrak yandan ve üstten sabitlenmişti. İlk bakışta bayrağın
dalgalanıyormuş izlenimini veren bu durum fotoğrafa dikkatlice bakınca fark
edilebiliyordu.

Tamer Korugan

İnsanlar niçin değişik dillerde konuşuyorlar?


Dünyadaki 6 milyar kişinin konuştuğu 3000'den fazla dil vardır ama dünya
nüfusunun yarısı bu dillerden yalnızca 15'ini konuşmaktadır. En çok sayıda
insanın konuştuğu dil ise Çin'deki Mandarin dilidir. Yazı dili bütün Çin'de aynı
olmasına rağmen halkın yüzde 70'i Mandarin dilini konuşur ve kuzeyde oturan
bir kişi güneydekinin konuştuğunu anlamaz.
Afrika'da 1000'e yakın dil konuşulmaktadır fakat l milyondan çok kişinin
konuştuğu dillerin sayısı 30'u geçmez. Hindistan'da 800'den fazla dil konuşulmaktadır. Hatta bu kalabalık ülkede, her 12 kilometre gittikçe lisanın
değiştiği söylenmektedir.

Genetik bilimi, insanlığın dünyanın belli bir noktasında, çok büyük bir olasılıkla
Yakın Doğu'da doğarak yayıldığı ve dünya üzerindeki iki toplum coğrafi olarak
birbirinden ne kadar uzaksa genetik yapılarının da o kadar farklı olduğu
düşüncesini doğrulamaktadır. Örneğin Çin, Japon gibi doğu milletleri genetik
olarak birbirlerine, Avrupalılar ise Kuzey Afrikalılara, Ortadoğululara ve
Hintlilere daha yakındırlar.
Dünyanın bu genetik haritası ile konuşma lisanlarının yayılışı paralellik
gösterir. Teoriye göre milattan önce 7500 yıllarında tarımın başlaması ve
hayvancılığın gelişmesi ile birlikte Yakın Doğu'dan Avrupa'ya, Kuzey Afrika'ya
ve Hindistan'a büyük göçler olmuştur. Bu büyük göç dalgaları üç ana dil
gurubunun oluşmasına yol açmışlardır.
Diller arasındaki akrabalığa, bir başka deyişle dillerin tarihsel oluşumuna
dayanan bu sınıflandırmada, ortak bir kökenden kaynaklandıkları varsayılan
diller aynı öbeğe konulmuştur. Çelişkili olmalarına ve tam tatminkar açıklaması
yapılamamasına rağmen bu üç dil grubu şunlardır: (1) Hint-Avrupa dilleri, (2)
Ural-Altay dilleri, (3) Hami-Sami dilleri.
Türk dilleri Ural-Altay ailesinin Altay öbeğindedir. Büyük dil öbeklerinin dışında
sınıflandırılmalarına rağmen Kore, Japon ve Eskimo dilleri de bu aileden
gösterilir. Hami-Sami dillerinin en belirgin örneği Arapça'dır. Çin-Tibet ve
Kafkasya dilleri, Avustralya, Afrika ve Amerika yerli dilleri bu ana
sınıflandırmanın dışındadırlar.
Diller ayrıca dilbilgisi yapılarına göre de dört sınıfa ayrılır: (1) Kelimelerin kısa
kısa, ek almadan, cümle içindeki yerlerine göre anlam yüklendikleri diller (Çin,
Vietnam, vb.); (2) Zaman, kişi, olumsuzluk gibi tüm durumların fiilin köküne ek
gelmesiyle türetilen diller (Türkçe); (3) Dilbilgisi bağlantılarının fiil kökünde
değişiklik yapılarak ifade edildiği diller (Hint-Avrupa, Hami-Sami); (4)
Sözcüklerle ekler birleştirilerek bir cümlenin tek sözcüğe dönüştürüldüğü diller
(Eskimo). Örneğin Eskimo dilinde "takusariartorumagaluarnerpa" kelimesi
"onun bununla uğraşmaya gerçekten niyetli olduğunu sanıyor musunuz"
anlamına gelir.
Dünyadaki bütün dillerin tek ortak yanı, en çok kullanılan kelimelerin, daha az
kullanılanlara göre az sayıda harfle yazılmaları, yani daha kısa olmalarıdır.
Ayrıca hemen hemen bütün lisanlarda vücudun kısımlarının ve organlarının
isimlerinin bir çoğu kısa kelimelerle ifade edilir. Türkçe'deki baş, bel, kaş, göz,
kas, dil, diş, el, kol, saç, aya, ten, diz, kan, boy, bel, kıl, vb. gibi.
Lisanın zenginliğinde milletlerin yaşadığı ortamın ve kültürün etkisi vardır.
Eskimo'lar ata, sadece at demekle yetinirken Türklerde atın cinsine, yaşına,
rengine göre değişik isimleri vardır. Ancak bizler de 'kar'a sadece kar derken
Eskimo dilinde karı ve yağışını tanımlayan 32 kelime vardır.
Hayvanlara sesleniş bile dillere göre değişir. Bir İngiliz tavuğunu "bili-bili" diye
çağırırsanız anlamaz. İngilizler tavuğu "çak-çak" (chuck), Finliler "fibi-fibu" diye çağırırlar ama hemen hemen bütün dillerde tavuğu kovalama sesleri birbirlerine
benzer; kış-kış, kuş-kuş, kş-kş, kiş-kiş...

Tamer Korugan

Müzik notaları nasıl bulunmuştur?


Müzikteki matematiksel gizemi keşfederek yazıya dökmenin
ilk temeli Pisagor (Pythagoras, M.Ö. 530-450) tarafından atılmıştır. Biz kendisini
okul sıralarından o meşhur dik üçgen teoremi ile hatırlarız ama Pisagor
günümüzde ulaştığımız bilim seviyesinin babasıdır. O kendi devrine kadar
gelişmiş bütün çalışmaları bir disiplin altında toplamış, geometri, aritmetik,
astronomi, coğrafya, müzik ve tabiat bilgisi olarak ayrı ayrı bilim dalları
yaratmıştır.
Pisagor bilimi, bilim için düşünüyor, bilimin uygulamaları onu ilgilendirmiyordu.
Bu nedenle 'bilgi seven' anlamındaki 'filozof sözcüğünü ilk olarak o kullanmıştır.

Pisagor tüm evrenin sayılar ve aralarındaki ilişkilere göre kurulduğuna
inanıyordu.
Pisagor'un müziğin içindeki matematiği bir demirci dükkanının önünden
geçerken keşfettiği rivayet edilir. Demirci ustasının, demir döverken kullandığı aletlere göre değişik sesler çıkarması Pisagor'un ilgisini çekmiş, dükkanı
kapattırarak ustaya çeşitli aletler kullandırmış, çıkan sesleri incelemiş ve
kayıtlar almış.
Batı müziği 9. yüzyılın başına kadar notalamadan habersizdi. Eserler kulak
yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılıyor, bu arada değişime uğruyor, zamanla
unutulabiliyordu. 9. yüzyılın ikinci yarısında ilk notalama sistemi ortaya çıktı.
Arezzo'lu Guido'nun (Gui d'Arezzo) notalama sisteminin seslerin yüksekliğini
kesin olarak belirtmeye başlamasıyla büyük bir ilerleme kaydedildi. 11. yüzyılda
notaların üzerine dizildiği beş çizgiden oluşan "porte"nin kullanılmasıyla
notaların yüksekliği (do, re, mi,....) ve süresi (birlik, ikilik, dörtlük,....) kesin
biçimde belirlenebilir hale geldi.
Aslında müziğin dört parametresi vardır: Yükseklik, süre, şiddet ve tını.
Bunlardan ilk ikisi zamanla genel kabul gören bir takım işaretler sayesinde
kağıt üzerine dökülebilmiş, şiddet ve tını ise notanın yanında ek kelimelerle
belirtilmişler ve kısmen de yoruma açık bırakılmışlardır.
Çeşitli sesleri belirtmek ve bunların birbirlerine karışmasını önlemek için sesleri
temsil eden notalara özel isimler verildi. Do, re, mi, fa, sol, la, si. İngilizce'de ve
Almanca'da ise notalar harflerle gösterildi(C=do, D=re, E=mi, F=fa, G=sol, A=la,
B=si-ing.-, H=si-alm.-).
Nota isimlerinden 'do'nun önceki ismi 'ut' idi. Sesli harfle başlayan bu isim,
notaları sırayla söylerken tutukluk yaptırdığından 12. yüzyılda 'do' olarak
değiştirildi. Almanya ve bazı ülkelerde 'ut' hala kullanılır.
'Si' hariç diğer notaların isim babası Gui d'Arezzo'dur. Arezzo bu adları Aziz
lohannes Battista ilahesindeki mısraların birinci hecelerinden alarak takmıştır.
Yedinci notanın adı uzun zaman 'B' olarak kalmış, sonradan 13. yüzyılda Sanete
lohannes kelimelerinin baş harflerinden meydana gelen 'si' adını almıştır.
Notalamanın keşfi ve gelişimi müzik pratiğine olağanüstü bir gelişme ortamı
yaratmıştır. Notalama, icracıyı ezberden kurtararak hem müzik parçalarının
uzamasına hem de çeşitli dönemlere ve ülkelere ait notalanmış eserlerin
katılmasıyla repertuarın zenginleşmesine ve çeşitlenmesine imkan vermiştir.
Nota sayesinde bir müzisyen bilmediği bir müzik parçasını icra edebilmek için
tek başına yeterli bir hale gelmiştir.

Tamer Korugan

Gün ve ay isimleri nereden geliyor?


Tavla oynayanlar Farsça altıya kadar saymasını bilirler (yek, du, se, cihar, penç,
şeş). Şimdi de yedi sayısını öğreniyoruz. Farsça yedi 'heft' dir (veya hefte). Yedi
günlük 'hafta' ismi de buradan alınmıştır. Halen Türkçe'de kullandığımız gün
isimlerinin kökenlerinin neler olduklarını biliyor musunuz?
Cuma-Arapça-toplama, toplanma)
Cumartesi-Arapça-(ertesi - Türkçe)

Pazar-Farsça-(ba = yemek, zar = yer)
Pazartesi-Farsça-(ertesi - Türkçe)

Salı-İbrânice-(üçüncü)
Çarşamba-Farsça-(cehar şenbe = dördüncü gün)
Perşembe-Farsça-(penç şenbe = beşinci gün)
Günümüzde kullandığımız ay isimlerinin geldikleri yerler de karışık. Hicri
takvimdeki Arabi ay isimlerinin bugün hiçbirini kullanmamamıza rağmen yine
de Şubat, Nisan, Haziran, Temmuz ve Eylül aylarının isimlerinin kökenleri
Arapça ve Süryanice, Kasım ayının ise Arapça.
İşin daha ilginç yanı bunlardan Şubat, Nisan, Temmuz ve Eylül hemen hemen
aynı telaffuzla Yahudi takviminde de yer alıyorlar. Gelin ayların isimleri ve
kökenlerine bir göz atalım.
Ocak = Türkçe (Kışın evlerde ateş yakılan yer)
Şubat = Süryanice
Mart = Latince (Maritus - mitolojik isim Mars'tan)
Nisan = Süryanice
Mayıs = Latince (Tanrıça Maria'nın ayı)
Haziran = Süryanice
Temmuz = Arapça / Süryanice
Ağustos = Latince (Roma İmparatoru Augustus'un adından)
Eylül = Süryanice
Ekim = Türkçe (Toprağı ekmekten)
Kasım = Arapça (Bölen)
Aralık = Türkçe (İki zaman dilimi arası)

Tamer KORUGAN

Bir hafta niçin 7 gündür?


Bir gün Güneş'in doğduğu zamandan ertesi gün doğacağı zamana kadar geçen
süredir. Bir ay ise Ay'ın aynı evresinin gökyüzünde tekrar göründüğü zamana
kadar geçen süredir. Çok eskilerde bu zaman birimleri insanların hayatlarını
organize edebilmeleri için yeterliydi.


Zamanla bir günden uzun, bir aydan da kısa bir zaman birimine ihtiyaç duyuldu.
Babilliler 7 günlük haftayı zaman birimi olarak kullanmaya başladılar.
Sonraları
Yunanlılar, Çinliler ve Mısırlılar 10 günlük, Romalılar ise 8 günlük haftayı
kullanmaya çalıştılar.
Bir hafta olarak kabul edilen yedi günlük sürenin kaynağı tam olarak bilinmiyor.
En kuvvetli tez bu sürenin Ay'ın evrelerinden kaynaklandığına dayanır. Ay'ın
dört evresinin (yeni ay, ilk dördün, dolunay, son dördün) sürelerine en yakın olan
tam gün sayısı yedidir.
Ancak bu doğal ve astronomik temelin yanı sıra astrolojik bir inanışın da, ta
Babilliler zamanından itibaren, yedi günün bir hafta olarak seçilmesinde rol
oynadığı ileri sürülüyor. İlk çağlarda bilinen beş gezegen ile Güneş ve Ay'ın
toplam sayısının yedi oluşu bu sayıya gizemli ve uğurlu bir sayı olarak
bakılmasına neden olmuştur.
Daha sonraları dinlerde göklerin yedi kat oluşuna inanış, müzikteki ana nota ve
tabiattaki ana renk sayılarının da yedi oluşu bu sayının gizemini iyice
arttırmıştır. Takvimde yedi günlük haftanın resmiyet kazanması ise milattan
sonra 327 yılında Roma İmparatoru I. Constantinus'un çıkardığı bir emirle
olmuştur.
Tevrat'ın yaratılış (tekvin) anlayışına göre Tanrı evreni 6 günde yaratmış,
yedinci günde de (cumartesi) dinlenmiştir. Hıristiyanlar haftayı Tevrat'taki
şekliyle kabul ettiler, yalnız Hz. İsa'nın diriliş hatırasına yedinci günü değil de
birinci günü, yani pazarı 'Tanrı Günü' olarak kabul ettiler.
İslam dininin doğuşundan sonra da yine yedi günlük hafta süresi benimsendi.
Ancak Hz. Muhammed'in müminleri mescitte toplayıp, namaz kıldığı, hutbede
devlet ve günlük işleriyle ilgili açıklamalar yaptığı altıncı gün (cuma) dinlenme
günü olarak kabul edildi. Türkiye Cumhuriyeti'nde 27 Mayıs 1935 tarihinde
yayımlanan bir kanunla tatil günü cumadan pazara alındı.
1792 yılında Fransa takvim yapısını değiştirerek 10 günü bir hafta kabul etti
ama yürütemedi. Rusya 1929'da 5 günlük hafta uygulamasına geçti, sonra bir
haftayı 6 güne çıkardı ve sonunda pes ederek 1940'da 7 günlük haftaya geri
döndü.
Tamer Korugan

Satrançta Şah niçin o kadar pasiftir?


Satranç oyununda Şah koruma altındadır. O sanki bir köşede korkudan sinmiş
bir şekilde olanlara bakan, titrek adımlarla birer birer ilerleyen, arada sırada
'hadi ne zaman rok yapacaksanız, yapın' diye inleyen bir insan görünüşü verir.
Halbuki vezir, satranç tahtasını oradan oraya dolaşarak, atlayarak, zıplayarak,
rakibi yıpratarak, son derecede etkin bir şekilde hareket etmektedir.
Bu taşın bizdeki adı vezir (bakan gibi bir şey) olduğu için bu hareketlilik normal
görülebilir ama Batı ülkelerinin bu taşa kraliçe anlamında 'queen' adını
verdiklerini düşünürseniz ortaya tuhaf bir durum çıkar. Hele satrancın tarihinin
7. yüzyıldan öncesine gittiği göz önüne alınırsa, o zamanlar daima ordularının
başında savaşa giden krallara, şahlara satrançta niçin böyle pasif bir rol
verilmiştir, anlaşılmaz.

Satrancın ilk olarak 6. yüzyıl içinde Hindular tarafından oynanmaya
başlanıldığı, daha doğrusu Hinduların 'chaturunga' (şaturanga) isimli oyunundan geliştiği ileri sürülüyor. 'Chaturunga' sözcüğü Sanskritce'de 'dört kol',
'dört kollu ordu' veya 'dört silah' anlamına gelmektedir.
O zamanki Hint ordusu dört bölümden oluşuyordu. Filler, savaş arabaları,
süvariler ve piyade. Bugün bu dört kola, fil, kale, at ve piyon diyoruz. Avrupa
savaşlarında fil kullanılmadığı için bu taşa piskopos (bishop) adı verilmiştir.
Bizdeki at Arapçada süvari, Avrupa'da ise şövalye olarak adlandırılmıştır. Yani
medeniyetler satranç terimlerinde kendilerine göre bazı değişiklikler
yapmışlardır.
Şaturanga Hindistan'dan önce İran'a geçti ve geçerken ismi 'şatrang' oldu. Arap
orduları onu 1000 yıl kadar önce, fethettikleri İspanya üzerinden Avrupa'ya
getirdiler. Araplar oyuna 'şatranj' veya 'al-şah-mat' (şah ölü) ismini verdiler.
Ancak şah oyunda hiçbir zaman ölmez, diğer taşlar gibi oyun tahtasının dışına
çıkartılamaz. Vatanı olan karelerde kımıldayamaz hale gelince esir düşer.
Satranç ismi Türkçeye Arapçadan girmiştir.
İlk oynanışşeklinde bugünkü hareket kabiliyetindeki bir vezir veya kraliçe
yoktu. Gerçi şahın yanında Araplar tarafından akıllı adam diye isimlendirilen bir
taş vardı ama hareket imkanı çok kısıtlıydı. Sadece bir kere o da çapraz olmak
koşuluyla ilerleyebiliyordu.
Asırdan aşıra, ülkeden ülkeye satranç oyunu gittikçe gelişti ve bazı değişikliklere
uğradı. Avrupa'ya ulaştığında vezirin ismi kraliçe oldu ama hareket imkanı hala
kısıtlıydı. Bununla belki o yıllarda Avrupa'da yaşayan güçlü kraliçelerin,
krallarının daima yanında olup onları kollamalarışeklinde sosyal bir bağlantı
kurulabilir.
Bu şekli ile satranç oyunu çok yavaş oynanabildiğinden oyunu süratlendirmek
için kraliçe (vezir) ve filin güçleri, yani hareket imkanları arttırıldı, etkinlik
sahaları genişletildi. Bir başka kural değişikliği ile satranç tahtasının karşı
kenarına varabilen bir piyonun kraliçe (vezir) olabilmesi imkanı tanındı.
Bu, çok çağdaş ve demokratik bir değişimdi. Taşların en güçsüzü ve alçak
gönüllüsü piyade, işlerinde sebat eder ve başarı ile ilerlerse en güçlü taş
olabiliyor, hatta karşı tarafın şahını mat ederek en son sözü söyleyebiliyordu.
Avrupa'da gün geçtikçe gelişen demokrasi, yıkılan krallıklar satranca da
yansıyordu. Şah artık örneği çok az kalmış, güçsüz monarşik hükümdarlar gibi
köşesinden pek çıkamıyordu.
Gerçeği oyunda iken ikinci bir kraliçenin ortaya çıkması ise başlangıçta
oyuncuların kafasını karıştırdı ama hangi şah bir yerine iki kraliçesinin olmasını
istemez ki!

Tamer Korugan

22 Ocak 2013 Salı

Arabaların arka camları niçin tam açılamıyor?


Bilindiği gibi pek çok model binek arabalarda arka kapıların camları dibine
kadar tam açılamaz. Yaklaşık üçte bir mesafeye gelince dururlar. Tabii bu
sürücüler için bir problem değildir. Onlar ön camları tam açıp püfür püfür
giderler. Klimalı araç sayısı çoğalıp tüm camların kapalı tutulması durumu
ortaya çıkınca arka camların tam açılamaması konusu gündemden iyice
düşmüştür.
Arabaların arka camlarının tam açılmamasının içeriye egzoz gazı, böcek veya
gürültü girmesiyle ve arabanın emniyetiyle bir alakası yoktur. Arabaları dizayn
eden mühendisler bunu kullanıcıların çocuklarının arabadan sarkmamaları için
tercih ettiklerini söylüyorlar. Hatta arka camların açılmaması için arabaya kilit
dahi koyuyorlar.

Gerçek ise farklıdır. Performansı en yüksek arabayı yapabilmek için
katlanılması gereken bir durumdur bu. Dikkat ederseniz orta ve küçük boy
arabaların çoğunda arka tekerlekler arka kapılara çok yakındır. Bu nedenle ön ve arka kapıların şekilleri farklıdır. Ön kapıda camın dibine kadar girmesi için
yer varken arka kapılarda tekerleğin ve çamurluğunun konumlarından dolayı alt
kısım daraldığından yer yoktur. Bu şekilden dolayı zaten arka kapıdan inmek de
daha zordur. Cam, kapının düz devam eden kısmındaki yuvasına kadar inebilir,
daha sonra gidebileceği bir yer yoktur.
Peki arabalarımızın kapıları niçin arkadan öne doğru açılıyor? Bir sürücü olarak
kapınızı hep sol elle açtığınız dikkatinizi çekti mi? Kapı arkadan öne doğru
açıldığından zaten sağ elle hiç denemeyin sorun yaşarsınız. Arabaların ilk
yapıldıkları zamanlarda kapıların menteşe ve kilit sistemleri bugünkü kadar
sağlam değildi. Ancak insanların çoğu sağ ellerini kullandıklarından sürücü
tarafındaki kapı önden arkaya açılır şekilde yapılıyor, diğer kapı(lar)da da bu
şekle uyuluyordu.
Bu durum hareket halinde iken aniden açılan kapının karşıdan gelen hava
akımıyla kapanamamasına hatta kopmasına yol açabiliyordu. Bu nedenle
kapıların arkadan öne doğru açılır şekilde yapılmasına başlandı. Artık kilit
kazara boşalsa bile karşıdan gelen hava akımı kapının açılmasına müsaade
etmiyordu.
Konu arabalardan açılmışken fabrikadan yeni çıkmış arabalardaki güzel
kokudan da söz edelim. 'Yeni araba kokusu' denilen ve insanların hoşuna giden
bu koku tek bir koku olmayıp, birçok kokunun birleşmesinden oluşan çok özel bir
kokudur. Zamanla kaybolur ve arabaya asılan suni koku yayıcılardan hiçbirinin
kokusu onun yerini tutamaz.
Bu koku, boya ve boyadan önce kullanılan astar boya, konsolda, pencere ve
kapılarda kullanılan lastik ve plastik malzemelerin kokularının bir karışımıdır.
Bunlara yapıştırıcıların, izolasyon malzemelerinin, koltuklardaki kumaşın, deri
parçalarının ve döşemelerde kullanılan vinilin kokuları da karışır. Ortaya çok
özel ve taklidi imkansız bir koku çıkar.

Filmlerde tekerlekler niçin ters döner?


Bunun için önce şunu bilmemiz lazım. Filim kamerası ile fotoğraf makinesi
arasında teknik açıdan büyük bir fark yoktur. Fotoğraf makinesinde her
deklanşöre basışta film karesine bir görüntü kaydedilir, film kamerasında ise
akan film üzerinde saniyede 24 görüntü karesi kaydedilir. Bunu aynı hızda
perdeye yansıtırsanız gözümüz arka arkaya gelen karelerdeki küçük farkları
algılayamaz, devamlı ve hareketli bir görüntü olarak görür.

Şimdi gelelim filmlerdeki tekerlekler meselesine. Kovboy filmlerindeki at
arabalarının veya trenlerin tekerlekleri aracın hareketi ile ileriye doğru dönmeye
başlar. Aracın hızı arttıkça perdede görüntüdeki tekerleğin dönüş hızı gittikçe
yavaşlar, bir an durma noktasına gelir ve sonra araç ileri doğru gitmesine
rağmen tekerlekler tersine dönmeye başlarlar, daha doğrusu gözümüze öyle
görünürler.

Tekerlekleri saniyede 24 defa dönen ve hızla giden bir at arabasını düşünelim.
Bunu saniyede 24 kare çeken bir kamera ile görüntülersek her kare tekerleğin
aynı pozisyonunu aynı noktada görüntüleyeceği için gözümüz tekerleği
duruyormuş gibi algılar. Tekerleklerin dönüş hızına bağlı olarak filmin her
karesi tekerleğin tam tur atmamış halini görüntülerse bu sefer de tekerlekler
geri dönüyormuş gibi görünürler. Gerek at arabaları ve gerekse trenlerde
tekerleğin merkezi ile çevresi arasında bağlayıcı elemanlar olduğundan bunların
pozisyonları ve sayıları daha değişik dönüş hızlarında da benzer görüntüyü
vererek gözü iyice yanıltır. Bu tekerlekler düz daire şeklinde bir kapakla
kapatılmış olsalar bu görüntü yanılgısı olmayabilir.
Sinema konusunda en çok merak edilenlerden biri de sessiz sinema zamanındaki
eski filmlerde insanların niçin hızlı hareket ettikleridir. Aslında bunun iki
nedeni vardır. Birincisi ilk filmlerin saniyede 16 görüntü geçecek şekilde
çekilmesidir. Bunlar günümüzün saniyede 24 görüntü veren makinelerinde
oynatıldığı zaman hareketler neredeyse yüzde elli hızlanmaktadır.
Diğer sebep ise eski filmlerin çoğunluğunu oluşturan komedilerin bu şekilde
gösterilmesinin filmi daha gülünç kılmasıdır. Bu nedenle o zamanlarda, yani
1915 yılı civarında bile bazı komedi filmleri düşük hızda çekilir, saniyede 16
görüntü hızıyla oynatılarak karakterlerin daha komik görüntü vermeleri
sağlanırdı. Günümüzdeki filmlerde bile bazen karakterler hızlı hareket
ettirilerek komedi, yavaş hareket ettirilerek romantizm veya daha fazla şiddet
etkisi yaratma yollarına başvuruluyor.

Tamer Korugan

İnsanlar ne zamandan beri ayakkabı giyiyor?


Ayak yere basarak vücudun tüm ağırlığını taşır. İnsan gövdesinde en ağır görev
ayaklara düşer. Yetişmiş bir insanın vücudunda 206 kemik vardır, bunların
neredeyse dörtte biri, 62 adedi ayak ve bacaklarımızdadır. Vücut ağırlığım
taşıyan ve hareketi sağlayan bu organın bakımı ayakkabı ile başlar.
Ayak kemikleri yere düz basmaz. Taban çukuru denilen içbükey bir kubbenin iki
ucuna ve kenarlarına basılır. Ayağın taban kısmının yapısı oldukça karışıktır.

Burada birçok kas, kiriş, damar ve sinir yer almaktadır. Vücudumuzdaki
kasların içinde en güçlüsü tabanlarımızda bulunur. İnsanın en hassas
bölgelerinden biri olan bu bölgeyi korumak insan hayatı için çok önemlidir.
Çoğu ayakkabı 'taban' adı verilen ve kullanıldıkça eskiyen kalın bir alt parça ile
'saya' adı verilen ve ayağı saran daha ince bir üst parçadan oluşur. Ayakkabılar
dünyada çok farklı iklimlerde yaşayan insanların yaşam şartlarına göre
değişiklik gösterdiği gibi tarih boyunca moda da ayakkabıların şekilleri üzerinde
çok etkili olmuştur.
Gerçi İspanya'daki 12-15 bin yıl öncelerine ait mağara resimlerinde erkeklerde
deri, kadınlarda kürkten yapılmış giysiler görülüyor ama dünyadaki en eski
ayakkabı izine, kuruyan çamur içinde sertleşip günümüze kadar kalmış olarak
Mezopotamya'da rastlanmıştır.
Günümüzdeki anlamı ve şekli ile ayakkabının ilk olarak sandalet şeklinde sıcak
iklimli ülkelerde ortaya çıktığı sanılıyor. İlk ayakkabılar ham deri, ayağın
girebileceği şekilde bir zarf haline getirilerek yapılırdı. Bu ayakkabılar ayağın
altını kızgın kumlardan, üstünü güneş ve sıcaktan koruyorlardı.


Mısır sanat eserlerinde hükümdar ve tanrılar daima çıplak ayaklı olarak
görülürler. Sandaletlerin ise bu devirde sadece ev içinde giyildiği tahmin
edilmektedir. Hititler bugün Anadolu'da çok az da olsa hala kullanılan çarıklara
benzer ayakkabılar giyerlerdi.
Ortaçağda kızı evlenen bir baba onun üzerindeki otoritesini evleneceği adama bir
ayakkabı töreni ile devrediyordu. Bugün bazı Batı ülkelerinde yeni evlenen çiftin
arabalarının arkasına ayakkabı bağlama adeti de o günlerden, kız babasının
damadına kızının ayakkabılarından birini vererek, artık onun himayesine
girdiğini belirtmesi adetinden kalmadır.
Avrupa'da 11. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar sivri burunlu ayakkabılar moda oldu.
Ortadoğu bölgesinde ise ayağı kızgın kumlardan korumak amacı ile yüksekte
tutabilmek için ayakkabılara topuk ilave edildi. Avrupa'da 16. ve 17. yüzyıllarda
bütün ayakkabıların topukları kırmızı renge boyanıyordu.
Avrupa'da 18. yüzyıla kadar kadın ve erkek ayakkabıları farklı değildi.
Yüksekliği 15 santimetreyi bulan topuklu ayakkabıları Avrupa'da o yıllarda
sadece üst sınıfa mensup insanlar (tabii iki kişinin yardımıyla) giyebiliyordu.
19. yüzyıla gelene kadar tüm dünyada her iki ayak için de eş ayakkabılar
kullanıldığını yani ayakkabılarda sağ sol farkının olmadığını biliyor muydunuz?
Sağ ve sol ayaklar için ayrı ayrı ayakkabı üretimine ilk olarak ABD'de,
Philadelphia'da başlandı.
Altı lastik ayakkabılar ise ilk olarak 1916'da yine ABD'de yapıldı ve bunlara 'ket'
(ked) adı verildi. Botlar ise ata binmenin yaygın olduğu soğuk ve dağlık bölgeler
ile sıcak ve kumlu çöllerde ortaya çıktılar. Kadınlar için ilk bot 1840 yılında
Kraliçe Victoria için dizayn edildi. Bağcıklı rahat yürüyüş ayakkabısı ise Birinci
Dünyâ Savaşı sırasında ortaya çıktı.
Osmanlı Türkleri'nde de deri işleme sanatının çok gelişmiş olması ve özellikle
Yeniçeri Ocağı'nın at binmede uygun olan yumuşak deri çizmelere gösterdiği
ihtiyaç yüzünden ayakkabıcılık çok gelişmiştir.
Bugün artık en ilkel topluluklarda bile insanlar bir çeşit ayakkabı giyiyor.
Dünyada kaç çift ayakkabı var bilinmiyor ama uzayda dolaşan bir çift olduğu
biliniyor. Ay'a ilk ayak basan astronot Neil Armstrong'un ayakkabıları dönüş
yolculuğunda herhangi bir hastalık veya bilinmeyen bir kirlenme tehlikesine
önlem olmak üzere dünyaya getirilmeyip uzaya bırakılmış. Şimdi uzayda dolanıp
duruyorlar. Diğer astronot ile daha sonra gidenlerin ayakkabılarışimdi neredeler
acaba?

Emre Korugan

Aynı tarih niçin her yıl farklı güne geliyor?


Günlük yaşantımızı, çalışma hayatımızı, sosyal, kültürel, ekonomik tüm
aktivitelerimizi takvime göre düzenler ve planlarız. Takvimle ilgili en büyük
güçlüğümüz sürekli 'şu tarih hangi güne geliyor' sorusunu sormak zorunda
kalışımızdır. Başta milli bayram, kutlama ve tatil günleri olmak üzere aynı
tarihin her yıl değişik günlere rast gelmesi sadece yıl içersinde sağlıklı planlama
yapmamızı etkilemez, aylardaki aktif iş günlerinin değişmesi nedeni ile tüm
kurumların hesap, plan ve istatistiklerini de alt üst eder.
Bunun sorumlusu Dünya'nın Güneş'in etrafındaki dönme süresidir. Çok eski
çağlarda bile insanlar etkinliklerini Güneş'in görünür hareketlerine göre
düzenlemişler, yani basit hali ile de olsa Güneş Takvimi'ni kullanmışlardır.

Ancak bu bir yılın süresi bir günün tam katı olmadığından, küsuratlar
oluşmakta, bu da ideal bir takvim düzenini pratikte zorlaştırmaktadır.
Güneş Takvimi'ni ilk kullananlardan Mısırlılar'da bir yıl 365 gün (aslında 365
gün, 5 saat, 48 dakika, 46 saniye) kabul ediliyordu. Aradaki bu farktan dolayı,
örneğin ilkbaharın başlangıcı ancak 1508 yılda bir aynı tarihe denk geliyordu.
Eski Babil, Helen, Çin ve Hint medeniyetleri, Ay'ın evrelerine dayanan 29 ve
30'ar günlük 12 aydan oluşan Ay Takvimi'ni kullanmayı tercih ettiler. Bu
takvimde bir yıl 354 gün olup mevsim tarihleri Güneş Takvimi'ne göre her yıl 11
gün kayıyordu. Ardarda iki hilalin oluşması arasında geçen süre (29 gün, 12
saat, 44 dakika, 2,78 saniye) yine günün tam katı olmadığından Ay Takvimi'nin
de çok sağlıklı olduğu söylenemez.
Günümüzde Ay Takvimi'ni kullanmaya devam eden İslam ülkelerinde ay
süreleri hilalin gözle görülmesine bağlı olduğundan, yani hilalin ilk
gözlemlendiği akşam eski ay bitmiş, yeni ay başlamış sayıldığından, bir ayın kaç
gün süreceği önceden bilinemez. Farklıİslam ülkeleri, ayları değişik günlerde
başlatabilirler. Bu, özellikle Ramazan ayının son günü ve takip eden bayramın
ilk günü için karışıklık yaratır.
Nispeten daha doğruya yakın gibi görünen, günümüzde ülkelerin çoğunda
kullanılan ve Gregoryan Takvimi olarak da bilinen Güneş Takvimi'ndeki
aksaklıkları gidermek için biri milattan önce 46 yılında Jül Sezar, diğeri de
milattan sonra 1582 yılında Papa Gregory XIII tarafından iki kez önemli
değişiklik yapılmıştır.
Sezar ardarda üç yılı 365 gün, dördüncü yılı ise 366 gün olarak saptamıştır. Bu
sürenin olması gerekenden 0,0078 gün daha uzun olması, yıllar boyu birikerek
128 yılda fazladan bir gün yaratması sonucunu doğurmuştur.


1582 yılına gelindiğinde bu fark 10 günü bulunca Papa Gregory XIII takvimi 10
gün ileri aldı. 4 Ekim'den sonraki gün 15 Ekim kabul edildi. 10 gün yaşanmadan
atlanmış oldu. Parasal hesaplar karıştı, halk 'on günümüzü geri isteriz' diye
gösteriler yaptı.
Papa'nın asıl önemli reformu 400'e bölünemeyen yüzyıllarda Şubat'ın 29
çekememesi idi. Yani Şubat 2000 yılında 29 çekebilirken 2100, 2200 ve 2300
yıllarında çekemeyecekti, o yıllarda Şubat 8 senede bir 29 gün olabilecekti. Bu
sayede kullanılan takvim ile ideali arasındaki fark yılda 0,00030 güne
düşürülmüştü ki bu da 33.000 yılda l günlük kayma demektir ve çok önemli
değildir.
Bu takvimi İngiltere 1752'de, Rusya 1918'de, Türkiye ise l Ocak 1926'da kabul
etti. Ne var ki ay sürelerinin eşit olmaması ve haftanın 7 gün olması nedenleri
ile, belli bir tarihin her yıl değişik güne rastlaması sorunu yine çözülemedi.
Dünya Takvim Reformu Birliği'nin (AWCR) bahsedilen tüm sorunları ve
eksikleri ortadan kaldıracak çok kullanışlı ideal bir takvim önerisi var ama
henüz hiçbir ülke, değişikliğin kurulu düzende yaratacağı karışıklığı ve maliyeti
göze alıp bu takvimi uygulama cesaretini gösterememektedir.

Tamer Korugan

Aşçıbaşılar niçin o acayip şapkaları giyerler?


Bir kere kafalarına bir şeyler giymeleri zorunludur. Yoksa saçları yiyeceklerin
içine düşebilir. Ama aşçıların bu kafanın üzerinde silindirik bir şekilde yükselen,
ucu da balonumsu şekilde kıvrımlarla biten beyaz şapkaları giymelerinin asıl
nedeni başkadır.
Bu tip şapkalarda, özellikle mutfakların çok sıcak ortamlarında, hava şapkanın
içinde rahatlıkla dolaşabilir ve aşçının kafasını serin tutar, terlemeyi önler.
Mutfağın kalabalık ve hareketli yaşamında, aynı tip giysiler içindeki aşçılar
arasından aşçıbaşını ilk görüşte ayırt edebilmek için onun şapkası biraz daha
uzun ve ucu kıvrımlıdır.

Bu şapkaların beyaz, yani boyasız olmalarının nedeni ise beyaz kumaşın, boyalı
kumaşa göre daha hijyenik olarak kabul edilmesidir. Beyaz renk her yerde
insanlarda temizlik, saflık, iyi niyet ve barış duyguları uyandırır. Muharebe
sırasında barış mesajı göndermek isteyen birliklerin beyaz bayrak çekmelerinin
nedeni de budur. Gelinliklerin beyaz olması ise barıştan ziyade saflığı ve
masumiyeti simgeler.

Tamer Korugan

İnsanlar saatlerini niçin sol kollarına takarlar?


Özel bir durum veya farklı olmak düşüncesi yoksa insanların çoğunluğu
saatlerini sol bileklerine takarlar. İlk anda insanların çoğunun sağ ellerini
kullanmaları, bu kolun daha hareketli olması dolayısıyla saatin bir yerlere
çarpıp zarar görme olasılığının da daha yüksek olması nedeniyle sol bileğe
takılmasının tercih edildiği düşünülebilir.
Bu düşünce şüphesiz doğrudur. Sağ ellerini kullanan insanların, sağ kol
düğmelerini iliklerken ne kadar zorlandıkları malumdur. Peki sol ellerini daha
çok kullanan solaklar da niçin saatlerini yine sol bileklerine takıyorlar?

Saatin ilk kullanılma yıllarında insanlar çoğunlukla cep saati kullanıyorlardı. Bu
saatlerin kurma düğmesi sağda '3' rakamının yanındaydı. Sık sık kurulması gereken bu saatleri cepten çıkartıp sol elle kurmak (hangi el daha baskın olursa
olsun) çok zordu. İnsanlar bu saatleri zaten yeleklerinin sol tarafında bulunan
ceplerinden sol elleri ile çıkarıp bakmaya ve sağ elleri ile kurmaya alıştılar.
Daha sonra kol saatleri de yaygınlaşıp kurma yerleri yine '3' rakamının yanında
olunca bunlar da sol kola takılır oldu. Zaten sağ ellerini kullananlar bu elleri
meşgulken ister cep ister kol saati olsun saate sol kollarım kullanarak bakmayı
tercih ediyorlardı.
Her iki taraf da durumdan memnun olduklarından, saat üreticilerine kurma yeri
solda olan bir saat üretmeleri için piyasadan bir talep hiç bir zaman gelmedi.
Artık pilli, güneş enerjili veya hareketle kendi kendine kurulan saatler
kullanılıyor ve kurmalı saatler neredeyse tarihe karıştıysa da insanlar saatlerini
sol bileklerine takmaya devam ediyorlar.

Mezara niçin çiçek konulur?


Aslında şamanizm kültüründen gelen bir gelenektir mezar yapmak ve mezara çiçek, ekmek, su vb. eşyalar koymak. Ama bir farklı neden de aşağıda belirtilmiş.

Cenaze merasimlerine çiçeklerden yapılmış bir çelenk göndermek, mezarı
çiçeklerle donatmak, sonradan yapılan mezar ziyaretlerinde mezara çiçek bırakmak, hemen hemen her kültürde gelenek haline gelmiştir. Bir kaç gün
içinde kuruyup gidecek bu çiçeklerin bırakana da bırakılana da bir faydası
yoktur ama gelenek çok eski çağlara kadar uzanmaktadır.

Bu konuda eski mezarlarda yapılan çalışmalarda çiçek kalıntılarına rastlamak
şüphesiz mümkün değildi. Çiçekler çok dayanıksız olduklarından ve kuruyup
gittiklerinde arkalarında iz bırakmadıklarından, araştırmacılar çalışmalarını
çiçeğin kendisinden çok daha dayanıklı olan polen kalıntılarına yönelttiler.
İlk olarak Mısır Firavunu Tutamkamon'un milattan önce 1346'da öldüğünde
mezarının çiçekten taçlarla kaplandığı saptandı. Kuzey Avrupa'da ise milattan
önce 2000'li yıllara kadar uzanan bir çok mezarda çiçek izlerine rastlandı.
O tarihlerde mezarlara konulan çiçeklerin güzellikleri ve hoş kokuları nedeniyle
iyi ruhları çekme, kötü ruhları kovma gibi bir güce sahip olduklarına
inanılıyordu.
Sonradan mezarları bitki ve çiçeklerle donatmanın asıl amacı cesedin
çürümesinin yaratacağı kötü kokuları önleme oldu. Seyahatlerinizde uzaktan
nerede bir servi ağacı topluluğu görürseniz yaklaştığınızda fark edersiniz ki orası
mezarlıktır. Mezarlıklara servi ağacı dikmek de aynı amaç içindir.
Servi ağacı uzun boyu, sık dalları ve kışın dökülmeyen yaprakları ile bir bölgeyi
rüzgardan korumak için en ideal ağaçtır. Ömrü çok uzundur, hemen hemen hiç
çürümez ama en önemlisi odununun damıtma yoluyla lavantacılıkta da
kullanılan hoş kokusudur. Bu nedenlerle servi ağacı mezarlıkların adeta bir
simgesi haline gelmiştir.
Cenaze merasimlerinde ve mezar ziyaretlerinde, bizde pek yaygın olmasa da
kadın ve erkeklerin niçin siyah elbise (ve aksesuar) giyindiklerini merak ettiniz
mi hiç ? Bu da atalarımızın hayalet korkusundan kalma bir gelenek.
Binlerce yıl önce cenaze töreninde bulunanlar, gömülecek ölünün hayaletinin
orada bulunanlardan birinin bedenine girmek isteyeceğine inanıyorlardı. Bundan
sakınmak, hayaletten saklanmak için vücutlarını siyaha boyuyorlardı. Daha
sonraları zaman içinde bu adet siyah giysi olarak devam etti ve günümüze kadar
geldi.

Anneler günü ne zamandan beri kutlanıyor?


Anneler gününün nereden kaynaklandığını anlatanlar günün yaratıcısı olarak
hep annesini kaybetmiş olan küçük bir kızdan bahsederler. Gerçekte ise bu fikri
hayata geçiren Anna Jarvis annesini 1905 yılında kaybettiğinde 41 yaşındaydı.
Asıl mesleği öğretmenlik olan 1864 doğumlu Anna Jarvis, 1902 yılında babası
ölünce annesi ile beraber ABD'de, Philadelphia'da yaşamaya ve çalışmaya
başladı. Üç yıl sonra 9 Mayıs 1905'de de annesini kaybetti. Sürekli annesi ile beraber yaşamasına rağmen öldükten sonra "Ona hayatta iken gerekli ilgiyi
gösteremediği"ne inanıyor ve bunun ezikliğini duyuyordu.
İki sene sonra Mayıs'ın ikinci pazarında, annesinin ölüm yıldönümünde
arkadaşlarını evine çağırdı ve bu günün anneler günü olarak ülke çapında
kutlanması fikrini ilk onlara açtı. Fikir kabul gördü, anneler memnun kaldı,
babalar itiraz etmedi, Amerika'nın önde gelen bir giysi tüccarı da finansal
desteği sağladı.

İlk anneler günü Jarvis'in annesinin 20 yıl süresince haftalık dini dersler verdiği
Grafton'daki bir kilisede, 10 Mayıs 1908'de, 407 çocuk ve annesinin katılımı ile
kutlandı. Jarvin her bir anneye ve çocuğa kendi annesinin en çok sevdiği çiçek
olan karanfillerden birer tane verdi. O günden sonra, temizliği, asaleti, şefkati ve
sabrı ifade eden beyaz karanfil Amerika'da anneler gününün sembolü olarak
kabul edildi.
Sıra anneler gününü "milli bir gün" olarak kabul ettirmeye gelmişti. Jarvis,
tarihte tek bir kişi tarafından gerçekleştirilen en başarılı mektup yazma
kampanyası ile gazete patronlarından işadamlarına, devlet adamlarından din
adamlarına kadar ulaşabildiği herkese bu fikrini iletti. Fikir o kadar çok ve
çabuk kabul gördü ki, Senato onaylamadan çok önce, bir çok eyalet ve şehirde
anneler günü kutlamaları gayrı resmi olarak başlatılmıştı bile.
Sonunda 8 Mayıs 1914'de Senato'nun onayı, Başkan Wilson'ın da imzası ile
Mayıs'ın ikinci pazarı 'Anneler Günü' olarak resmen ilan edildi. Çok kısa sürede
diğer ülkelere de yayılan bu gün çiçek ve tebrik kartı satışlarının tavana
vurduğu bir gün oldu.
Anna Jarvis sonunda muradına ermiş, kampanyasını başarı ile sonuçlandırmıştı
ama kendi hayatı pek mutlu sonla bitmedi. Yoğun çalışmadan evlenmeye ve
çocuk sahibi olmaya fırsat bulamadı. Her anneler günü onun için bu yönden acı
oldu.
Daha ziyade dini ağırlıklı bir kutlama olarak düşündüğü bu günden ticari çıkar
sağlamaya çalışanlara karşı hukuki savaş açtı. Davaların hepsini kaybetti.
Dünyadan elini eteğini çekti. Bütün gelirlerini hatta ailesinden kalan evini bile
kaybetti.
Kalan hayatını- adadığı, gözleri görmeyen kız kardeşi Elsino-re'da 1944'de ölünce
sağlığı da tehlikeye girdi. Dostları ona destek vererek son yılını sanatoryumda
geçirmesini sağladılar. Bütün dünya annelerinin en azından senede bir gün
mutlu olmalarını sağlayan Anna Jarvin, mutsuz, yarı görmez ve yalnız bir
şekilde 1948'de 84 yaşında öldü.
Ülkemizde de Türk Kadınlar Birliği'nin girişimi ve önerisi üzerine 1955 yılından
beri Mayıs ayının ikinci Pazar günü 'Anneler Günü' olarak kutlanmaktadır.

Tamer Korugan

Yemek yerken çatal niçin sol elde tutuluyor?


Resmi yemeklerdeki en sıkıcı durumlardan biri de budur. Sağ ellerini kullanan insanlar için sol elle çatala hükmetmeye çalışmak sıkıntı verir. Hele etin yanında, aynı tabakta pilav da varsa, sol eldeki çatalla pirinç tanelerini düşürmeden ağza ulaştırmak gerçekten alışkanlık ister. Bereket çorba kaşığı için böyle bir kural yok da sıcak çorbayı üstümüze başımıza dökmeden içebiliyoruz. Çatal - bıçak ile yeme adabımızı, kökeni saray ve asil sınıfına dayanan Avrupa kültüründen almışızdır. Her zaman rahat hareket etmeyi seven Amerikalılar ise bu görgü kuralına pek uymazlar. Eti sağ ellerindeki bıçakla kesip, ellerindeki çatal ile bıçağı takas ettikten sonra sağ ellerine aldıkları çatalla yerler.


Yemekte eti kestikten sonra bıçağı masaya bırakarak çatalı soldan sağa alıp eti
ağza götürmek, sonra çatalı sola, bıçağı tekrar sağ ele almak ve bu hareketi
yemek boyunca tekrarlamak yemek yeme hızını düşürür. Yemeği yavaş yemek
bazı toplumlarda yemeğe saygı ifadesi olarak görülürken, bazı toplumlarda ise
bu davranış yemek adabı bakımından saygısızlık olarak karşılanır.
Bir görüşe göre Amerikalıların çatalı tutuşşekillerinin ardında rahatlık değil
alışkanlık yatıyor. 1700'lü yılların ortalarına kadar Amerika çatalsız bir
toplumdu. İnsanlar yemek yerken sadece bıçak ve kaşık kullanıyorlardı. Kaşık
kesilen eti tutmaya yararken bıçak hem kesmeye hem de batırıp ağza götürmeye
yarıyordu. Daha sonraları sofralardaki bıçakların uçları yuvarlaklaştı. Eti
kestikten sonra kaşığı sağ ele alıp eti ağza götürmek alışkanlığı başladı. Çatal
kullanılmaya başlanınca da aynı alışkanlık devam etti.
Avrupalılar ise aradaki bu kaşık kademesini hiç yaşamadılar. Yemeği ağza
götürmek bakımından doğrudan bıçaktan çatala geçtiler. Yemeğin temposunu
düşürmek gibi bir görgü kuralları yoktu. Sağ elini kullanan bir insan için bıçağı
sol elle ileri geri hareket ettirip eti kesmek zordu ama sol elle çatalı ete batırıp
ağza götürmeye alışılabiliyordu. Asil sınıfının her zaman zorlayıcı ve gösterişe
yönelik nezaket kuralları, çatal kullanımı halka yayılınca da devam etti.
Avrupa'da ve oradan yayılan kültürlerde, yemek süresince çatalın sol, bıçağın
sağ elde tutulması gelenek haline geldi. Avrupalılar çatalı ellerinde tutarlarken
çatalın uçları yere bakar. Amerikalılar ise çatalı sağ elde uçları yukarı bakacak
şekilde tutarlar.
Yemekten sonra tatlı yenilirken çatalın sağ elde olması ise hiçbir kültürde
görgüsüzlük anlamına gelmiyor.

Ne zamandan beri çatal ve kaşık kullanıyoruz?


catal ve kasik ne zaman bulundu
Avrupa'da Rönesans başlangıcına, diğer bir deyişle insanların titizliğin ve
temizliğin farkına varmalarına kadar, bütün bir tarih boyunca yemek yerken
eller kullanıldı. Tabii bunun da bir adabı vardı. Yemek yerken kullanılan
parmak sayısı o kişinin statüsünü gösteriyordu. Normal insanlar beş
parmaklarını kullanırlarken asiller üç parmaklarını -yüzük parmağı kesinlikle
kullanılmadan- kullanıyorlardı.
Aslında Latince çatal anlamına gelen kelime, çiftçilerin hasadı havaya atıp
savurmada kullandıkları dev çatalların isminden türemiştir. Bunların çok
küçükleri Türkiye'de Çatal Höyük'de yapılan kazılarda bulunmuş ama ne işe
yaradıkları, milattan 400 yıl öncesinde sofralarda yemek yemede kullanılıp
kullanılmadıkları tam anlaşılamamıştır.

Çatal konusunda kesin bilinen bir şey, ilk defa 11. yüzyılda Toskana'da (İtalya)
ortaya çıktığıdır. İki uçlu olan bu çatallara insanlar "Tanrının bahşettiği yiyecek
yine Tanrının verdiği parmaklarla yenilebilir" diye şiddetle karşı çıktılar.
İnsanların yüzyıllar boyu süren, yemek yerken çatal kullanmaya karşı direnme
gibi tavırların tarihte örneği azdır. 17. Yüzyıla kadar süren bu direnmenin bir
başka cephesi daha vardı. Yiyeceği bıçakla tutup, ısırarak yemeye alışmış
erkekler çatal kullanmayı kadınsı bir davranış olarak görüyorlardı.
Bu arada Fransız ihtilalinin biraz öncesinde Fransa'da yavaş yavaş dört uçlu
çatallar kullanılmaya başlandı. Zamanla çatal kullanmak lüks, asalet ve statü
göstergesi oldu. Çatalla birlikte sofralarda her insan için ayrı tabak ve bardak
kullanmak adeti de gelişti, toplumun tüm sınıflarına ve giderek dünyanın diğer
yerlerine de yayıldı.
Kaşığın kullanılmaya başlanması ise tarih kadar eskidir. İnsanlar, çatala karşı
gösterdikleri direnci kaşığa göstermemişlerdir. Bu, şüphesiz sıvı bir şey içmek
için eli kullanmanın iyi bir alternatif olmamasından kaynaklanmıştır.
En eski zamanlara ait kazılarda bile, taş, kemik, ağaç veya madenden yapılmış
kaşık veya benzeri şeylere rastlanmaktadır. Kaşıktaki en önemli gelişmeler
sapının şeklinde olmuştur.

Tamer Korugan

Dünyanın en çok söylenen şarkısı hangisidir?

Aşağıda ki bilgi eki bilgileri kapsamakta. O zamanlar PSY yoktu :D Herhalde artık Gangham Style'dir.

Dünyada şimdiye kadar en çok söylenmiş, halen de söylenmekte olan şarkı
hangisidir diye sorulsa hemen akla gelmeyebilir. Bu şarkı herkes tarafından çok 
tanıdık, müziği ezbere bilinen bir şarkıdır. 'İyi ki doğdun -isim-' veya 'mutlu 
yıllar sana' şeklinde söylenen doğum günü şarkısı. 
Bu şarkı yaratılırken doğum günlerinde söyleneceği kimsenin aklına gelmemişti. 
1893'de ABD'de, Kentucky'de öğretmen iki kız kardeşin, öğrencilerinin sabahları
söylemeleri için besteledikleri bu şarkının orijinal adı da 'Good Morning to All' 
yani 'Herkese Günaydın' idi. 
Kardeşlerden şarkının müziğini yapan Mildred Hill aynı zamanda kiliselerde 
org, konserlerde piyano çalıyordu. Şarkının sözlerini ise Mildred'in dokuz yaş
küçük kız kardeşi Patty yazmıştı. Mildred 1916'da 57 yaşında öldükten birkaç yıl 
sonra bestelediği şarkı 'Happy Birthday' (Mutlu doğum günü) adı altında 
söylenmeye başlanacaktı. 
Hill kardeşler şarkının telif haklarını 1893 yılında almışlardı. Ancak Robert 
Coleman isimli biri, şarkının bestesini kullanarak sözlerini 'Happy birthday to 
you' olarak değiştirdi. Şarkı zaman içinde o kadar yayıldı ki bestecileri bile 
unutuldu. 
Ne zaman şarkı doğum günü formatında Broadway'de, bir müzikalde 
kullanılmaya başlandı, o güne kadar sesi çıkmayan üçüncü kardeş Jessica 
mahkemeye başvurdu. Bestenin gerçekten kendilerine ait olduğunu ispat etti ve 
şarkının tüm haklarına ailesinin sahip olmasını sağladı. Bundan böyle şarkının 
ticari amaçla kullanıldığı her yerde Hill ailesine telif hakkı ödenmesi 
gerekecekti. Bu haber tüm dünyayışok etti. Telefonla yarım milyon insana 
doğum günlerinde melodiyi dinleten tanıtım ve pazarlama şirketleri bundan vazgeçtiler, müzikaller bu parçayı ya repertuarlarından çıkarttılar ya da şarkı
şeklinde değil de düz okuma veya şiir şeklinde söylettiler. 
Onlar telif hakkı ödememek için yollar ararken Dr. Patty Hill, 78 yaşında, uzun 
bir hastalıktan sonra ama şarkısının dünya çapında bir doğum günü adeti 
olduğunu gördükten sonra öldü. 
Günümüzde bu şarkının telif hakkı Warner/Chappel Müzik Şirketi'ne geçmiştir. 
Ticari amaçla kullanıldığı her yerde şirkete ödeme yapma zorunluluğu vardır. Bu 
miktarın yılda l milyon dolara yakın olduğu tahmin edilmektedir. Doğum günü 
kutlayacakların bilgilerine sunulur.

Yılbaşında çam ağacı süsleme adeti nereden geliyor?

Aslında yılbaşı ağacı ve süsleme kültürü ÖNTÜRK lerden Sümerlere dayanmaktadır.En büyük çam ağacı seçilir ve bu ağaç süslenirdi.En uzun en büyük ağacın seçilmesinin nedeni de Gök Tengri ye en yakın ağaç olmasıydı.Çaput bağlama kültürü de gene buna benzer bir örnektir.(Şamanizm Kültüründen gelir)

Bir araştırma daha vardır ama bu milattan sonrayı konu alır.ÖNÜRK kültüründen etkilenen batılılar ve hristiyanlık çam ağacı süslemeyi kendi bünyesine almıştır.Bir başka araştırmada şu şekildedir:




Yılbaşı günlerinde, evin bir köşesinde, minik bir çam ağacı bulundurmak ve onu
süslemek adetinin kökeninin Almanya olduğu ileri sürülür. Almanların 'cennet
ağacı' adını verdikleri ve Adem ile Havva'nın gizemli hikayesine dayanarak
üzerini elmalarla donattıkları ağaç köknardı.
15. yüzyıldan sonra bu ağaçlara sadece meyve değil ekmek, bisküvi gibi
yiyecekler de asılmaya başlanmış, Protestanlığın yayılması ile birlikte bunlara
yanan mumlar da eklenmiştir. Adet Avrupa'ya yayılırken aynı zamanda
göçmenler tarafından Amerika'ya da taşınmıştır.
Aslında ağaçların ruhani törenlerde önemli bir sembol olarak yer alması adeti
çok eskilere, Hıristiyanlık öncesi zamanlara, hatta putlara ve doğaya tapınıldığı
zamanlardaki Mısır ve Çin uygarlıklarına kadar uzanır. O devirlerde doğanın
yeşilliği ve ağaçlar sonsuz hayatın sembolleriydiler.
Benzer şekilde Kuzey Avrupa ülkelerinde de yine Hıristiyanlıktan çok daha
önceki zamanlarda ağaçlar ruhani bakımdan kutsal kabul ediliyorlardı. Kuzey
Avrupa'da kış aylarında sadece bir kaç saat süren gündüzler 21 Aralık'tan
itibaren uzamaya başlarlar. Uzun karanlık günlerin bittiğinin, gittikçe daha
aydınlık günlerin geleceğinin müjdesi olan Aralık ayının bu günleri de törenlerle
karşılanırdı.


Bu adet Avrupa'da güneye indikçe değişerek yayıldı. Romalılar zamanında
takvimin başlangıcının, dünyanın yaratıldığı ay olduğuna inanılan ve tabiatın
canlanmasının müjdecisi olan Mart ayından Ocak ayına kaydırılması ile
kutlanacak tarihler konusunda kafalar iyice karıştı.
Zamanla Kuzey Avrupa ülkelerinin 'karanlığın bitişi' ayin ve kutlamaları,
Hıristiyan dünyasınca Hz. İsa'nın doğum günü kabul edilerek -ki bu kesin
değildir- Noel kutlamalarına dönüştürüldü.
Bu arada ağaçlar, özellikle çam ağaçları bu kutlamanın simgesi olmaya devam
ettiler. Her ne kadar yılbaşı günlerinde bir çam ağacının süslenmesi tüm
dünyada adet olduysa da bu günün dini bakımdan bir özelliği yoktur. Dünyanın
Güneş etrafındaki bir turunu tamamladığı coğrafi bir konumdur.
Uygarlık ve teknolojinin ilerlemesi ile çam ağacı üzerindeki mumların yerlerini
yanıp sönen minik renkli ampuller, elma, ekmek ve bisküvinin yerini rengarenk
süsler aldı. Günümüz insanı ağaçlara tapmamasına rağmen onların kıymetini
daha iyi biliyor. Bir kaç günlük eğlence için çam ağaçlarını kesmiyor, plastik
taklitlerini kullanıyor.

20 Ocak 2013 Pazar

Tidikelt Kasabası

Sahra çölündeki Tidikelt kasabasına on yıl boyunca hiç yağmur yağmamıştır.

Uykudan Önce

İnsanların %80'i uyumaya başlamadan önce kafalarında gerçek hayatta olmasını istedikleri kurarlar.

19 Ocak 2013 Cumartesi

Çinliler yiyeceklerini niçin çubuklarla yerler?


Aslında nedeni tam bilinmiyor. Bir görüşe göre, vakti zamanında Çin
imparatorlarından biri halkın ayaklanmasından korktuğundan, eritilip silah
olarak tekrar kullanılabilecek metal olan her şeyin toplanmasını emretmiş.
Ellerindeki bıçak, kaşık ve benzeri şeyleri vermek zorunda kalan Çinliler ne
yapsınlar, çaresiz bambu kamışlarından yapılmış ince çubuklarla yemek yemeye
alışmışlar.




Akla daha yatkın gelen diğer bir görüşe göre ise çubukla yemek adeti Çinlilerin
yiyeceklerini küçük parçalara bölüp yeme alışkanlıklarından ve buna bağlı
olarak zaman içinde çok önemli bir ihtiyaçtan kaynaklanıyor.
Yemek çubukları milattan bir yüzyıl önce doğmuş. Yemeği içindeki yağa atıp
karıştırarak pişirmeye yarayan tava benzeri kaplar kullanılmadan önce
yiyecekler odun ateşi üzerinde pişiriliyormuş. Nüfus çoğaldıkça artan yiyecek
ihtiyacından dolayı ormanlar kesilip tarlalar açıldıkça bu sefer de odun, yani
yakacak sıkıntısı başlamış.
Zamanla etleri ve sebzeleri çok küçük parçalara bölüp, yağ içinde karıştırarak
kızartmanın hem süratli pişmeyi hem de odundan tasarrufu sağladığını
görmüşler.
O zamanlar ağaç sıkıntısı nedeniyle, yemek masası kullanmak zenginlere
mahsus bir lüks olduğundan insanlar bir elleri ile yiyecek veya pirinç tabağını
tutuyor, yemek yemek için de sadece diğer ellerini kullanabiliyorlarmış.
Çinlilerin yemeklerinin bol soslu olduğunu söylemeye gerek yok. Yerken
çubukları kullanmak, her şeyi tek elle yemek zorunda olan Çinlilerin bütün
parmaklarının kirlenmesi sorununu çözdüğü için hızla yayılmış. O zamanlar
çubukların çok azı ağaçtan, çoğunluğu fildişi ve kemiktenmiş.
Şimdi artık ne metal ne de ağaç kıtlığı var. Zaten onların yerini sentetik
malzemeler çoktan almış durumda. Ne var ki bırakın Çin'i, diğer ülkelerdeki bir
çok insan bile bir Çin lokantası bulup, çubuklarla yemeğe uğraşıp, Çin
imparatorunun veya odun yokluğunun yarattığı eziyete seve seve katlanıyorlar.

Tamer Korugan


İnsanlar niçin içki kadehlerini tokuştururlar?


Bu konuda daha güncel ve romantik bir hikaye var. Biliyorsunuz insanda beş
ana duyu var: Dokunma, görme, koklama, tat alma ve işitme. Yemeğe gidilen bir
restoranda şarap ısmarlanırsa, garson şarabı getirdikten sonra bardağa bir
parmak koyar ve kontrol etmesi için doğrudan erkeğe uzatır. Hiç bir kadının da
itiraz etmediği bu durum gerçekten anlaşılmazdır. Çünkü dünyadaki aroma ve
tat alma uzmanlarının çoğu kadındır.
Neyse biz gelelim restorana... Kadehin soğuk temasıyla dokunma duyusu tatmin
edildikten sonra kadeh havalı bir şekilde göz hizasına kadar kaldırılıp şarabın
rengine bakılır. Görme duyusu kontrolünden sonra kadeh burun hizasından bir
sağa bir sola gezdirilerek koklanır.

Minik bir yudum alarak tadını da algıladınız. Zaten şaraptan pek
anlamıyorsunuz. Garsonun da mantarını açtığışarabı kendisi içmezse başka
birine verecek hali yok. Mecburen 'mükemmel' diyorsunuz. Ama hala bir duyu
kaldı, işitme duyusu. İşte o duyuyu da kadehleri tokuşturup, 'çınnn' sesini
duyduktan sonra tatmin ediyoruz.
Hikaye gerçekten romantik ama işin aslı biraz değişik. Antik çağlarda bir
insanın düşmanını yemeğe davet edip, onu ortadan kaldırmak için zehirli bir içki
sunması görülmemiş bir şey değildi. Ev sahibi içkisinin zehirsiz olduğunu ispat
etmek için kendi içkisini havaya kaldırır ve misafirin içkisinden bir miktarını
kendi bardağına dökmesine müsaade ederdi. Her iki kişi de içkilerini aynı anda
içerek birbirlerine olan güvenlerini gösterirlerdi.
Misafir ev sahibine olan güveninin çok fazla olduğunu göstermek için bardaklar
havada yan yana geldiğinde, kendi içkisinden onun bardağına bir şey dökmez,
bardağını yavaşça onun bardağına vururdu. Duyulan 'çın' sesi gerçek bir güvenin
ifadesi idi.

Tamer Korugan

Doğum gününde pasta kesmek adeti nereden geliyor?


Düğünlerde pasta kesmek adetinin, yeni evlilere bereket, doğurganlık ve
mutluluk dileklerinin iletilmesinin zaman içinde gelişmiş bir şekli olduğundan
bahsetmiştik. Doğum günlerinde pasta kesmek adetinin ise tarihi kökeni ve
amacı değişiktir. Zaten tek kat olan şekli ve üzerindeki mumlar nedeniyle pasta
görünüş olarak da düğün pastasından farklıdır.
Pasta sözcüğünü hep günümüzdeki anlamı ile kullanıyoruz. Aslında tarihi
gelişimi içinde 'kek' demek daha doğru olur. Doğum günü pastasının bilinen
tarihi Helen uygarlıklarına kadar uzanır. Bir kutlama amacı ile ortaya çıkması
ise Ortaçağda Almanya'da olmuştur. 13. yüzyılda Almanya'da çocuklara
gösterilen ilgi belki bugünkünden bile fazlaydı. Doğum günleri bir festival
şeklinde kutlanıyordu.

Doğum günü kutlaması sabaha karşı, şafakta, gün ağarırken başlıyordu. Üstü
yanar mumlarla süslenmiş pasta (kek) eve getirildiğinde çocuk uyandırılıyor,
pastanın üstündeki mumların ise yemek vakti gelene kadar devamlı
değiştirilerek sürekli yanar halde kalmaları sağlanıyordu. Yemeğin başında
çocuk mumları üfleyerek söndürüyor ve şölen başlıyordu.
Pastanın üzerindeki mumların sayısı çocuğun yaşından bir fazla oluyordu. Bu bir
fazla mum, bir gün sönecek hayatın ışığını simgeliyordu. Ayrıca çocuğa bir çok hediyeler getiriliyor, o gün istediği, sevdiği yiyecekler hazırlanıyordu. Yani o
zamanlarda doğum günü kutlamaları çocuklara yönelikti.
Günümüzde her yaştan insanın kutladığı doğum günü ve kesilen pasta işte o
zamanların bir adetinin devamıdır. Doğum günü pastasının üstündeki mumları
bir üfleyişte söndürmek, bu arada bir dilek tutmak, eğer dilek gerçekleşirse bunu
kimseye söylememek adetleri de o günlerden kalmadır.

Tamer Korugan

Düğünlerde niçin pasta kesiliyor?


Günümüzde düğüne, evlenen çift tarafından bir pastanın kesilmesiyle
başlanılması vazgeçilmez bir adet haline gelmiştir. Pastanın kat kat yüksekliği
biraz da sosyal statü olarak görüldüğünden gelin ile damat, boylarını aşan bu
pastaları, kılıç gibi uzun bir bıçak kullanarak ancak kesebiliyorlar.
Buğday, tarih boyunca bereket, doğurganlık ve mutluluğun sembolü olduğundan
başlangıçta, düğün törenlerinde, iyi temenniler gelinin başına buğday dökülerek
sunuluyordu. Evlenmemiş veya evlenmeyi bekleyen genç kızlar, kısmetleri
açılsın diye bu buğday duşunun kendilerinin de başlarına isabet etmesi için
uğraşırlardı. Tıpkı günümüzde, gelinin elindeki buketten fırlattığı çiçekleri aynı
inanışla yakalamaya çalışan genç kızlar gibi.


Romalılar devrinin başlangıcında aşçılar çok saygın bir meslek grubunu
oluşturuyorlardı ve bu aşçılar milattan yaklaşık 100 yıl önce adeti biraz
değiştirdiler. Bu buğdaylarla küçük, tatlı kekler yaptılar. Kekler şüphesiz gelinin
başına atmak için değil, yemek içindi, ama bir şey atmayı alışkanlık haline
getirenler bu tatlı kekleri de gelinin başına atmaya devam ettiler.
Daha sonraları bu adetin devamı olarak, düğüne getirilen keklerin bereket
getirmesi için gelinin başı üstünde ufalanması, ardından da evlenen çiftin bu kek
kırıntılarını birlikte yemesi gibi bir adet başladı. Zaman geçtikçe misafirler de
evlerinden getirdikleri fındık, fıstık, kurutulmuş meyveler ve bala bulanmış
bademlerle düğün törenine katkıda bulunmaya başladılar.
Adet hızla Avrupa'nın batısına, oradan da İngiltere'ye geçti. İngiliz aşçılar
kekleri bir çeşit biraya batırıp kendilerine has düğün pastalarını yarattılar.
Ortaçağın başlarında ise bu adet bir süre unutuldu. Gelinin başına buğday ve
pirinç dökülmesi tekrar moda oldu.
Ne zaman ki, dekoratif ve süslü bisküviler, yağlı çörekler ortaya çıktı, adet yine
değişti. Misafirler bunları evlerinde yapıp düğüne getirmeye başladılar.
İngiltere'de ise bu getirilenler üst üste yığılmaya başlandı. Yiyecek yığını ne
kadar yüksekse o kadar iyi, o kadar çok bereket habercisi idi. Evlenen çift bu
yığının üzerinden birbirlerini öptükten sonra öncelik gelinde olmak üzere yiyecek
tepeciğinin yenilmesine başlanıyordu.
İngiliz ve Fransız aşçılar arasındaki yaratıcılık, en iyi, en dekoratif ve en lezzetli
pastayı yapma yarışı süreci içinde düğün pastası adeti de yayıldıkça yayıldı,
düğün törenlerinin olmazsa olmazları arasına girdi.

l Nisan şakasının kökeni nedir?


Her ne kadar Roma İmparatoru Julius Caesar (Sezar) milattan önce 46 yılında
takvimin başlangıcını Ocak ayı olarak ilan ettiyse de, 16. yüzyılın ortalarına
kadar Avrupa'da yeni yıl geleneksel olarak, bahar aylarının başlangıç tarihi
olarak da kabul edilen, Mart ayının 25'inde başlardı.
1564 yılında Fransa Kralı IX. Charles, takvimi değiştirerek yıl başlangıcını Ocak
ayının birinci gününe aldı. O zamanki iletişim şartlarında bazı insanların
bundan haberi olmadı, bazıları ise bu kararı protesto etmek amacıyla eski
adetlerine devam ettiler. l Nisan'da partiler düzenlediler, birbirlerine hediyeler
verdiler.

Diğerleri ise bunları Nisan aptalları olarak nitelendirip bu güne 'Bütün
Aptalların Günü' adını verdiler. Bu günde diğerlerine sürpriz hediyeler verdiler,
yapılmayacak bir partiye davet ettiler, gerçek olması mümkün olmayan haberler
ürettiler.
Yıllar sonra takvimin ayları yerine oturup, Ocak ayının yılın ilk ayı olmasına
alışılınca, Fransızlar l Nisan gününü kendi kültürlerinin bir parçası olarak
görmeye başladılar. Adeti gittikçe süsleyerek, zenginleştirerek ve
yaygınlaştırarak devam ettirdiler. Bu adetin İngiltere'ye ulaşması yaklaşık iki
yüzyıl sürdü, oradan da Amerika'ya ve bütün dünyaya yayıldı.
l Nisan şakalarının sembolünün 'Nisan Balığı' olmasının nedeni ise Mart ayının
sonlarına doğru, Güneş'in Balık Burcu'nu terk ediyor olmasıdır.

Niçin Tespih Çekiyoruz?


Niçin Tespih Çekiyoruz?
Boncuk, kemik, taş gibi küçük parçaların bir ipe dizilmesi insanlık tarihi kadar
eskidir. İlk insanlar avladıkları avın parçalarını ip benzeri şeylere dizer, bir
sonraki avda başarı getirmesi için üzerlerine takarlardı. Daha sonraları bu tip
takılar kötülüklerden ve düşmanlardan koruması için savaşlarda da takılmaya
başlandı. Bugün bile bazı taşların özel uğurlar getirdiklerine inananlar vardır.
Boncukların dini amaçla ve duaları saymada kullanılmasına ilk olarak
Hindistan'da, Hindu inanışında rastlanıyor. Tespihin ataları Hindistan'dan
doğuya, sonra Ortadoğu'ya, en sonunda da Avrupa'ya yayılıyor. Tespihin kullanış
amacı Müslümanlık, Hıristiyanlık (Katolik), Hinduizm ve Budizm'de aynı olup
hepsinde de duaları ve dualar arası bölümleri saymada kullanılır.

Tespihin İslam dünyasında ne zamandan beri kullanıldığı kesin olarak belli
değildir. Hz. Muhammed'in tespih taşıdığına dair bir kayıt yoktur. Hatta belki
Osman Gazi, belki de Fatih Sultan Mehmet'de tespih kullanmadılar. Arşivlerde
tespih ile ilgili bilgilere ancak 16. yüzyılın sonlarına doğru rastlanmaktadır.
Ne var ki, Hz. Muhammed zamanında namaz ve dua sırasında hurma çekirdeği
veya çakıl taşı kullanıldığı bazı hadislerden anlaşılmaktadır. İslam'da
Peygamber'in namaz kılarken sünneti olan 'Sübhanallah, Elhamdülillah ve
Allahüekber' kelimelerini 33'er defa tekrarlamanın hangi tarihte başlayıp,
yayıldığı da bilinmiyor.
Yüce Yaratıcı'ya 99 ayrı isim veren İslami anlayış, onu anarken, her isim için bir
işaret olmak üzere ipe dizdiği bu 99 taneli şeye de 'tespih' adını vermiştir. Çeşitli
malzemelerden yapılan tespihteki tane sayısı 33, 99, 500 veya 1000 olabilir.
500 ve 1000'lik tespihler daha ziyade tekkeler ve dergahlarda zikr için
kullanılırlardı. Tekke şeyhleri, hastaları veya bir muradı olanları, iyileşmeleri
veya muratlarının olması için bu tespihlerin içinden geçirirlerdi.
Tespih çekmek, tespih tanelerini birer birer işaret parmağı ile baş parmak
arasından geçirmektir. Ancak günümüzde tespihi bir oyuncak veya el alışkanlığı
olarak kullananlara, sallayarak veya çeşitli figürler meydana getirerek
dolaşanlara, hatta tuttukları futbol takımının renklerine göre yapılmış tespihleri
çekenlere sıkça rastlanmaktadır.
Aslında tespih çekmek din adamlarına özgü bir davranışmış gibi algılanır ama
halk arasında da neredeyse bir alışkanlık haline gelmiştir. Tespih çekmenin
daha çok kırsal kesimlerde yaygın olmasının nedeninin tespihin boş elleri meşgul
edebilme özelliği olduğu ileri sürülüyor. Sıcak ayları tarımsal çalışma ile geçiren, sürekli ellerini kullanmaya alışmış kişilerin kış aylarında bu boşluğu tespihle
doldurduklarına inanılıyor.
Günümüz biliminin tespih çekme alışkanlığına bakış açısı biraz değişik. Bilim
insanları, beynimizin, çalışma yaşamının güçlükleriyle, sorunlar, endişeler ve
korkularla sürekli baskı altında tutulduğunu, bunun sonucunda sinir
hücrelerinin aşırı yorulup yıprandığını ve beynimizi rahatlatmak, onu özgür
bırakmak, dikkatimizi başka tarafa yöneltmek için tespih çekmenin çok etkili ve
faydalı olduğunu söylüyorlar.