3 Şubat 2013 Pazar

Zeka testi nedir, ne işe yarar?


Bizde 'zeka testi' olarak geçen, İngilizcesi 'zeka bölüm puanı' gibi bir anlama
gelen 'Intelligence Quotient Score' veya kısaca 1Q olarak adlandırılan bu test,
İngilizcesinde belirtildiği gibi, bir insanın bazı branşlardaki akademik
yeteneğinin ve bilgi derecesinin karşılaştırmalı olarak üstünlük derecesini
ölçmeye yarayan bir testtir.
Aslında insan yüzlerce değişik zihinsel yeteneklere sahiptir. Bu yeteneklerin bir
kısmı bu testlerle doğru olarak ölçülebilir, insanların bazı akademik yetenekleri
ortaya çıkartılabilir. Zeka testleri ile insanların zeka derecelerinin diğer
yeteneklerine etkisi hakkında az çok bilgi edinilebilir.



IQ test soruları genelde sözcük sorularını, mantık, akıl yürütme ve sayı dizisini
tamamlama gibi soruları içerir. Çocuklara uygulanan zeka testlerinde önce
çocuğun zeka yaşı hesaplanır.
Çocuğa normal yaşının altındaki ve üstündeki yaş gruplarına ait sorular sorulur.
Hangi yaş grubunun sorularını tümüyle bildiyse (birden fazlaysa en yükseği) o
yaş grubu çocuğun tavan yaşı olarak kabul edilir. Bunun üstündeki gruplarda
bildiği soru sayısı, toplam soru sayısı göz önüne alınarak, ay bazında tavan
yaşına ilave edilir.
Zeka yaşının ve zeka seviyesinin bulunmasını bir örnekle açıklayalım. 9
yaşındaki bir çocuğa 6, 7, 8, 9, 10, 11 ve 12 yaş gruplarından 12'şer soru
soruluyor. 6, 7 ve 8 yaş grubu sorularının hepsini biliyor. 9 yaş grubundan 10, 10
yaş grubundan 8, 11 yaş grubundan ise 6 soruyu doğru cevaplıyor. 12 yaş grubu
sorularını bilemiyor. Buna göre çocuğun zeka yaşı :
8 yaş + 10 ay + 8 ay + 6 ay = 8 yaş + 24 ay = 10' dur.Zeka seviyesi (IQ) ise zeka yaşının 100 ile çarpılıp, doğum yaşına bölünmesi ile
elde ediliyor. Bu örnekte zeka seviyesi:
IQ = (zeka yaşı x 100)/ doğum yaşı = (10xl00)/9 = 111'dir.
Zeka seviyesinin değerlendirilmesi ve toplumda bulunma oranı ise şöyle:
IQ Değerlendirme Oranı ( % )
0 - 49 Aptal 4
50 - 89 Düşük zekalı 22
90- 109 Normal zekalı 50
110-129 İleri zekalı 21
130-150 Üstün zekalı 3
Bir kişinin 1Q seviyesini ölçmenin en iyi nedeni, onun gelecekteki akademik
yeterliliğini değerlendirmek olabilir. Eğer bir konuda IQ puanı yüksek ise, o
konuya yöneltilebilir, eğitim gösterilip eksikler tamamlanabilir. Puan düşükse o
konu ile fazla uğraşmayıp bir başka konuya yönlendirilebilir.
Unutulmaması gereken çok önemli bir husus şudur ki, IQ testleri insanların
müzik, sanat yeteneklerini, his, psikolojik ve ruhsal durumlarını ölçemez.
Yüksek IQ puanı o kişinin ilerde mutlu olacağını, akıl sağlığını ve ruhsal
gelişimini garanti edemez. Düşük 1Q puanı da o kişinin ilerde zenginlik, his ve
ahlak bakımından başarısız olacağı anlamına gelmez.
Bu nedenlerle günümüzde zeka testleri ile beraber bir de 'duygusal zeka'
(emotional intelligence) yani EQ testleri de yapılmaktadır. Bu test özellikle
kurum ve kuruluşlarda, takım çalışmalarında verimi arttırmak, bireysel başarıyı
toplu başarıya dönüştürmek için önem kazanmaktadır.
Dünyada normal insanların yapabilecekleri bütün işler için 50 ve üstü IQ puanı
yeterlidir. Zaten insanların çoğu bu seviyededir. Dünyada bu seviyede IQ
puanına sahip olup da önemli görevlere gelmiş, büyük iş adamı ve zengin olmuş
bir çok insan vardır.

Akıl ile zeka arasındaki fark nedir?


Akıl aslında bir kabiliyettir, zeka da öyle. İkisi arasındaki en önemli fark, bir
başkasından akıl alabilirsiniz ama zekayı asla. O, her insanın kendisine
mahsustur.
Bir hastalık söz konusu olmadığı sürece şüphesiz herkesin aklı vardır. Akıllı
olmak, kendi davranışlarını bilmek, kontrol edebilmek, doğru ve yanlışlarını
değerlendirebilmek yeteneğidir.
Akıl, insanı hayvandan ayırt eden en önemli faktördür. Hayvanlar yalan
söyleyemez ama insanlar sık sık bu yola başvurur. İşte insandaki yalanla
gerçeği, doğru ile yanlışı ayırabilme, bir konuda fikir yürütebilme, görüş
belirtebilme yeteneği akıldır.



'Ah şimdiki aklım olsaydı' lafını çok işitmişizdir. Demek ki, akıl insan
olgunlaştıkça da değişiyor ve insanın kendisi de bunun farkına varıyor. Bir insan
değişik fikirlerle diğerinin aklını karıştırabilir. Hayret verici, şaşırtıcışeyler
insanın aklını durdurabilir.
Bir şeyin içeriğini anlamamak 'akıl erdirememek' olarak nitelendirilirken
başkalarının çözemediği bir sorunu çözen kişiye 'bir tek o akıl etti' denilir. Birine
bir yol göstermek ona 'akıl vermek'tir. Bir şeyi hatırlamak, unutmamak 'akılda
tutmak'tır. 'Akılsız' tanımı ise doğru ve isabetli düşünemeyen anlamında
kullanılır.
Zeka ise bir olayı önce anlama, ilişkileri kavrama, yargılama ve açıklayarak
çözme yeteneğidir. Genel olarak zekanın 12 yaşına kadar hızla geliştiği sonra gelişme hızının yavaşlayarak 20 yaşına kadar sürdüğü, orta yaşlarda ise zeka
seviyesinin sabit kaldığı kabul edilir.
Zeka hayvanlarda da vardır. Hayvanlarda zeka bir nevi içgüdüsel olaydır.
Şüphesiz hayvan zekası insana göre gelişmemiştir ama her iki zeka türü de sinir
sistemi ile ilgilidir. İnsanı ayıran, evriminde oluşmuş konuşabilirle özelliği, dik
durabilmesi, el yapısı nedeniyle aletleri kullanabilmesi ve gelişmiş beyin ve sinir
sistemidir.
Zeka, bir insanın her türlü olay karşısında aynı yeteneği gösterebileceği
anlamına gelmez. Bir müzik bestecisi kendi duygusal yapısının içersinde en
karışık eserleri aklıyla değil zekası sayesinde oluşturur. Biz bu kişilere 'müzik
dehası' diyoruz. Ancak bu müzik dehaları en basit bir matematik problemini bile
çözemeyebilirler.
Sonuç olarak zeka, ruhsal olaylara, algı ve hafıza yeteneğine, tutkulara,
eğilimlere, iradeye ve bilgi edinme isteğine göre farklılıklar gösterebiliyor. Akıl
somut olarak ölçülemez ama zeka pek sağlıklı olmasa da IQ denilen bir testle
ölçülmeye çalışılıyor.

İnsan korkunca niçin dişlen birbirine vurur?


Korktuğumuzda, ölüm tehlikesi veya bize çok rahatsızlık veren bir durumla
karşılaştığımızda verdiğimiz tepki, ilk çağlarda yaşayan atalarımızın tepkileri ile
hemen hemen aynıdır. Acıktığımızda karnımız guruldar, güzel bir yiyecek
gördüğümüzde tükürük salgımız artar, yani ağzımız sulanır, korkunca çenemiz
titrer, tüylerimiz diken diken olur.
Bedenimizin yüz binlerce yıl öncesine ait bu işleyiş düzeni bugün bile etkinliğini
sürdürüyor. Fizyolojik olarak taş devri insanlarından farkımız yok, dış tehlikeler
karşısında hala onlar gibi tepki veriyoruz. Ancak günümüzde strese yol açan
modern etkenler karşısında bu tepkiler pek yararlı olamıyor.



Bir insan büyük bir tehlike veya korku verici olayla karşılaşınca vücudu
otomatikman kendini savunmaya hazırlar. Bunu yaparken karşı tarafla savaş
için bazı kasları hazır hale getirir, gerekirse kaçmada kullanacağı bazı kasları da
seçer.
Diğer canlılarda olduğu gibi insanda da dişler ve çene savunmanın ana
mekanizmalarıdır. Şüphesiz ilk insanlarda bugün yırtıcı hayvanlarda olduğu gibi
saldırmanın da etkili bir unsuruydular ama evrim sonrası bu işlevlerini
kaybettiler.


İşte bu nedenle bir saldırının korkusu hissedildiğinde kalıtımsal olarak önce çene
ve dişler savunma pozisyonunu alır. Çenedeki kaslar titremeye başlar, bu da
sanki dişler takır takır birbirlerine vuruyorlarmış gibi bir görüntü yaratır.
Bu arada aynışekilde bacaklardaki kaslara da koşmaya hazırlanma uyarısı
gider. Buradaki kaslar da hazırlık halinde titremeye başlarlar. Çok korkan bir
insanın bacaklarının zangır zangır titremesi de bundandır.
Korkunca tüylerimizin diken diken olması da vaktiyle vücutları tamamen
kıllarla kaplı atalarımızdan kalmadır. Cildimizdeki her kıl ve saç teli bir küme
istemsiz kas hücresi ile donatılmıştır. Korkunca başta kedi olmak üzere
hayvanların bir çoğunda görülen savunma refleksiyle bu minik kaslar kasılır ve
tüylerimiz dikleşir.
Üşüyünce tüylerimizin dikleşmelerinin amacı ise ayrıdır. Atalarımız bizler gibi
gerektiğinde kalın giysilerle dolaşamadıkları için vücutlarındaki kıllar onların
derilerini soğuktan koruyan bir izolasyon tabakası görevini de görüyordu. Aşırı
soğukta bu kıllar dikleşerek daha geniş bir yüzey oluşturuyor ve ısı alışverişini
en aza indiriyorlardı. Atalarımızdan genetik olarak aldığımız bu reaksiyon şekli
sayesinde sıcak bir havanın ardından serin bir meltem çıktığında ürpeririz ve
tüylerimiz diken diken olur.

Çinlilerin gözleri niçin çekiktir?


Sadece Çinlilerin değil Japonların, Orta ve Güneydoğu Asya'da yaşayanların
hatta Eskimoların bile gözleri çekiktir. Aslında 'çekik gözlü' olmak tanımı
kesinlikle yanlıştır. Göz yapısı dünyada bütün insanlarda aynıdır.
Farkı yaratan göz kapaklarıdır. Çekik gözlü diye nitelendirilen ırklarda gözün
üzerindeki göz kapağının ikinci kıvrımı, gözün üstüne doğru daha fazla inmiştir
ve bu durum gözün sanki daha darmış gibi görünmesine sebep olur.



Peki bu, niçin böyledir? Bir teoriye göre göz kapağının üzerinde katlı olarak
duran bu ikinci kıvrımı, bu insanların gözlerini yoğun olan kar tabakasının, göz
kamaştıran ışığından korumak için, bir nevi kar gözlüğü gibi gelişmiştir.
Her ne kadar yukarıda belirtilen bölgelerin bazılarında kar hiç yağmıyorsa bile
bilim insanları bugün çekik gözlü diye nitelendirdiğimiz insanların atalarının
son buzul çağında Sibirya'dan, yani Asya'nın kar ve buzla kaplı en soğuk
bölgesinden güneye, bugün yaşadıkları yerlere göç ettiklerine inanıyorlar.
Bu kadar soğuk iklimde yaşayanların vücutlarının iklime uyum sağlamaktan
başka çareleri yoktu. Sadece gözler değil, burun da rüzgara en az maruz kalacak
şekilde küçülmüş, burun delikleri, solunan hava ciğerlere gidene kadar ısınsın
diye daralmıştır. Ciltleri de bu nedenle yağlıdır.
Göz kapakları da daha yağlı olduğundan, daha sarkık durur ve bu oluşum gözü
ve iç tabakalarını kara ve buza karşı korur. Yani 'çekik gözlü' değil 'düşük göz
kapaklı' tanımını kullanmak daha doğrudur.

Süt vermedikleri halde niçin erkeklerin memeleri var?


Memeli hayvanlarda erkeklerin süt üretmeleri fizyolojik olarak mümkündür. Bu
hususta erkekler gerekli anatomik donanıma, fizyolojik potansiyele ve
hormonlara sahiptirler. Ancak tabiatın bazı keçi ve yarasa türleri gibi çok özel
bir iki istisnası hariç süt verme olayı ne insan türünde ne de diğer memeli
türlerinin erkeklerinde gerçekleşmektedir.
Aslında memelilerin tümünde, yani her iki cinste de süt bezleri vardır.
Erkeklerde bu bezler gelişmemiş ve işlevsizdirler. Bu durum da türe göre
değişiklikler gösterir. Örneğin fare ve sıçanların erkeklerinde meme dokusu hiç
bir zaman süt kanalları ve meme uçları oluşturmaz, memeler dışarıdan
görülmez.



İnsanlar ve köpekler de dahil bir çok memelide ise oluşturur. Hatta
dişi ve erkeğin göğüs yapılarında ergenlik çağına kadar bir fark görülmez.
Erkeklerin niçin süt vermedikleri sorusunu memeli hayvanların yüzde doksanı
için sormaya zaten gerek yoktur. Çünkü bu büyük çoğunlukta yavruya yalnızca
anne bakar. Erkeklerin çiftleşmeden sonra yavruya hiç bir katkıları yoktur,
genellikle onları terk eder giderler.
Yüzde ona giren insan, aslan, kurt gibi memelilerde ise babanın esas
sorumluluğu aileyi ve yavruları korumak, onlara yiyecek bulmaktır. Belki de
başlangıçta bu türlerin erkekleri de yavrularına süt veriyorlardı ama asıl
görevleri nedeni ile evrim sonucu süt verme donanımları yerlerinde kaldığı halde
üretim kabiliyetleri köreldi.
İşlevleri kalmadığına göre erkeklerin niçin hala memeleri var sorusunun yanıtı
ise insanda erkek ve dişi yapısının aslında aynı olmasında yatıyor. İnsanın anne
karnında iken oluşmaya başladığı embriyo halinin en başında erkek ve dişi
arasında bir fark yoktur.
Zaten insanın taşıdığı 23 çift kromozomdan 22 çifti ve bunların taşıdığı genler
her iki cinste de aynıdır. Sadece cinsiyet kromozomu olan yirmi üçüncü çift
farklıdır. Eğer embriyo anne ve babasından birer 'X' kromozomu alırsa kız,
annesinden 'X', babasından 'Y' kromozomu alırsa erkek oluyor.
Embriyo 'Y' kromozomunu aldıktan sonra hormonal sinyaller gelmeye ve erkeğe
ait organlar gelişmeye başlıyor. Erkeklerin memeleri ise bu safhadan daha önce
oluşmuş bulunduğundan
aynen kalıyorlar ama ondan sonra hormonal bir takviye olmadığından
fonksiyonel hale gelemiyorlar.
Dişilerde ise büyüme çağı sırasında salgılanan hormonlar süt bezlerini ve
göğüsleri büyütüyor. Gebe dişilerde bu büyüme biraz daha artıyor, süt üretimi
başlıyor ve bu üretim daha sonradan emzirmeyle tetiklenerek devam ediyor.

İnsanın niçin kuyruğu yok?


Şekil ve yapısı ne olursa olsun hemen hemen bütün omurgalılarda kuyruk vardır
ve hepsinde de kuyruk aynı biçimde oluşmuştur. Sayıları 3 ile 49 arasında
değişen kuyruk omurlarının üstü yağla kaplanmış ve böylece kuyruk ortaya
çıkmıştır. Kuyruk canlı türüne göre değişik fonksiyonlara sahiptir ve kesinlikle
bir süs değildir.
Kuyruk omurganın devamıdır. Timsah, kertenkele gibi hayvanlarda gövdenin bir
uzantısı gibi durur. Balıklarda kuyruğun son tarafı bir yüzgeçle son bulur.
Kuşlarda ise güdük ve yaygın olan kuyruk kısmında dümen görevi yapan telekler
vardır.
Kangurular iyice kalınlaşan ve kaslanan kuyruklarını dinlendikleri zaman bir
koltuk değneği veya üçüncü bir ayak gibi kullanabilirler. Köpekte olduğu gibi
bazı hayvanlar kuyruklarını bir iletişim aracı olarak kullanırlar. Kertenkelenin
kuyruğu ise bir savaşma ve aldatma mekanizmasıdır. İsterse hasmına
kuyruğunu bırakıp gider, yerine de yenisi çıkar.



Çıngıraklı yılan kuyruğunu ses çıkartan bir enstrüman gibi kullanırken, aslan
sadece sinekleri kovalamada kullanır. Tilki uzun kıllara sahip kuyruğu
sayesinde hızla avını kovalarken dengesini kaybetmeden manevra yapabilir. Bir
tür sincap ise kuyruğunu başının üstüne götürüp onu şemsiye olarak kullanır.
Bazı canlılarda ise vücudun bir bölümü ile kuyruk birbirine karıştırılır.
Balinanın suya dalarken gördüğünüz yaklaşık 3 metrelik yatay kısmı kuyruğu
değil vücudunun bir parçasıdır. Tamamen kastan oluşan kuyruğu ise dışarıdan
kolaylıkla görülemez. Akrebin de ucunda zehirli iğnesi olan kısmı kuyruğu değil
aşırı uzamış olan karın kısmıdır.
Gelelim asıl soruya. İnsanın niçin kuyruğu yok? Maymun türleri birbirleri ile
karşılaştırıldıklarında görülüyor ki tür ne kadar gelişmişse kuyruk da o kadar
küçük kalmış. İnsanda ise kuyruk, derinin altına gizlenmiş olan, üç ya da dört
omurun kaynaşmasıyla ortaya çıkmış, kuyruk sokumu kemiği adı verilen küçük
bir kemikten oluşmuştur. Daha doğrusu insanın kuyruk kemikleri tek bir kemik
oluşturacak şekilde birbirleriyle birleşmişlerdir.
Bu durumun sebebi insanın iki ayağı üzerinde durabilme ve yürüyebilme
özelliğidir. Düşey konumdaki bu hareket biçimi bir takım mekanik zorlamalar
ortaya çıkarır. İnsanın ayakta durabilmesi için vücudun üst kısmını
taşıyabilmesi gerekir. Aslında kuyruğu meydana getirmesi gereken kemik ve
kaslar birleşip, tek bir kemik şeklinde kaynayarak vücudun destek aldığı bu
dayanak noktasını oluşturmuşlardır.


Çok ender de olsa bazı erişkin insanlarda kuyruk kemiğinin on santimetreye
varan bir kuyruk oluşturabildiği, bu kuyrukta kas, sinir ve damarların
bulunabildiği görülmüştür. Her hangi bir ırkta ortaya çıkabilen bu anormalliğin
kalıtımla ilgisinin olup olmadığı araştırılmaktadır.

1 Şubat 2013 Cuma

Kumaşlar yıkandıktan sonra niçin çeker?


Bir kot pantolon aldığımızda hemen paçalarını boyumuza göre bastırıp giymek
isteriz. Ama daha sonra daha ilk yıkamada kumaşın boyu ne kadar çeker
endişesini yaşarız. Çünkü pantolonun boyunu tekrar uzatmak artık mümkün
değildir. O halde kumaşlar yıkanınca niçin çekiyorlar? Islandıklarında mı
çekiyorlar yoksa kururken mi? Pantolonun boyunu ayarlamadan önce kaç kere
ıslatmalıyız? Sıcak suda mı daha çok çekerler, soğuk suda mı?
Yünlü kumaşların veya giysilerin ıslanınca çekme olayı biraz karışıktır, çünkü
nem ve ısışartları liflerin sadece boylarını değil çaplarını da değiştirirler. Ham
iplik, kot kumaşı olmak üzere dokunurken dayanıklılığını arttırmak için tabii
boylarındaki liflere bükümler, yani bir çeşit düğümler ilave edilir. Kumaş
ıslanınca yün lifleri şişerler. Liflerin bu genişlemesi ipliklerdeki bükümler
arasındaki açıya da tesir eder ve iplerin boylarının kısalmasına neden olur.



Aslında kumaşıslanınca lifler şiştiğinden boyunun az bir miktar uzaması gerekir
ama bükümlerin açılarındaki deformasyonun yarattığı çekme kuvveti daha fazla
olduğundan sonuçta kumaş boydan kısalır.
Kumaş yıkandıktan sonra kurutulduğunda şişmiş lifler eski durumlarına
gelirler. Ama kumaş ilk ölçülerine dönemez. Su, yüksek ısı, çalkalama ve sabun -
ki burada lifler arasında yağlayıcı görevi görür- hepsi birden kumaşın çekmesini
kolaylaştırırlar. Kumaş birkaç kere yıkandıktan sonra ölçüleri dengeye ulaşır ve
bundan sonra ne kadar yıkanırsa yıkansın boyca kısalmaz.
Kumaşın çekme miktarı ipliklerin boyutlarına, miktarlarına, dokunma
şekillerine, kıvrımlarına ve kumaşın geçmişine bağlıdır. Bazen kumaşa giysi
olarak dikilmeden önce özel bir çekme işlemi uygulanır. Bu durumda kumaş
ilerde yüzde birden fazla çekmez.


Çarşıdan alınan kot pantolonların boylarından emin olmak için, paçaları
bastırılmadan önce sıcak, sabunlu suda kuvvetlice yıkanmaları, sonra soğuk
suyla durulanarak makinede kurutulmaları ve bu çevrimin üç kere tekrarı
tavsiye ediliyor.

Banyodaki havlular niçin çabucak kokuyor?


Banyodaki havlular yıkanıldıktan sonra, yani vücudumuz tertemiz iken
kullanılır ve sadece vücudumuza değerler. Buna rağmen birkaç gün içinde bu
havlular kokmaya başlarlar. Bunun sebebi vücudumuz değil vücudumuzdaki ölü
deri hücreleridir. İstediğimiz kadar bol su ve sabunla yıkanalım, su ile birlikte
kirlerin ve bakterilerin gittiğini zannedelim, yine de vücudumuz üstünde ölü deri
hücreleri kalır ve kurulanırken bunlar havluya geçer.
Bundan sonraki sorun havalandırmadır. Zaten havası devamlı nemli olan
banyolar küflenme için ideal ortamlardır. Bu nedenle banyoları yıkanma
sırasında değil de az sonra açıp havalandırmak gerekmektedir. Aksi takdirde
havluya sinmiş deri hücreleri süratle kokuşmaya başlarlar.
Ellerimizi yıkadığımızda sabunun görevi derimiz üzerindeki bakterileri
gevşetmektir. Ellerimizi bir havlu ile kuruladığımızda bu gevşemiş bakteriler de
havluya geçer. Dolayısıyla ellerimizi sabunla yıkadıktan sonra kurulamadan
ıslak bırakmanın temizlik bakımından pek faydası yoktur.

Daha ziyade halka açık yerlerde ve işyerlerinde tuvaletlerde kullanılan elektrikli
el kurutucuları elleri kuruturlar ama bakteriler yine deride kalırlar. Bu nedenle
temizlik açısından havlular, tabii ki temiz olmak şartıyla, sıcak hava üfleyen
elektrikli kurutuculardan daha etkindirler.
Havluların diğer kumaşlardan farkını yaratan, suyu kolayca emme özelliğini
veren, kullanılan ipliğin cinsi ve daha önemlisi havlu kumaşının dokunuş
biçimidir. Havlu kumaş, kumaşın iki yüzünde halka gibi kıvrılmış iplikler
bırakan, ana çözgüden ayrı bir çözgüyle dokunur. Havlu kumaş yapımında daha
çok pamuk ipliği kullanılır ve özel bir işlemden (apre) geçirilerek su emme gücü
arttırılır.
Türkiye'de havluculuk 18. yüzyılın başından itibaren Bursa'da gelişmiştir.
Bunun nedeni Bursa'da kadife dokumacılığının dünya çapında gelişmiş
olmasıdır. Havluculuk, kadife dokumacılığının bir yan ürünü olarak doğmuştur.
Havlu ismi de Hav'lı kumaş anlamında Arapça'dan gelmektedir. 'Hav' Arapça'da
kadife, çuha gibi kumaşların yüzeylerindeki ince tüylere verilen addır. Hav'sız
olarak yapılan ve peşkir de denilen keten havlular ise ayrı bir imalat konusudur.
Tamer Korugan